1 Haziran 2012 Cuma

ACININ DRAMATİK SÜSÜ

TÜRK halkının kimyası bozuldu. Mevcut TÜİK verilerine göre, 2002'de bin 392 erkek, 909 kadın, 2003'te bin 574 erkek, bin 131 kadın, 2004'te bin 681 erkek, bin 26 kadın, 2005'te bin 740 erkek, 963 kadın, 2006'da bin 782 erkek, bin 47 kadın, 2007'de bin 808 erkek, 985 kadın, 2008'de bin 924 erkek, 892 kadın intihar etti. Türkiye'de intihar eden erkeklerin yarısı 35, kadınlar ise 25 yaşından daha küçük. Kadınlar psikolojik, erkekler ekonomik nedenlerle intihar ediyor. Türkiye'de intihar eden erkeklerin yarısının 35, kadınların ise 25 yaşından daha küçük oldukları belirlenirken, kadınların daha çok psikolojik, erkeklerin de ekonomik nedenlerle intihar ettikleri ortaya çıktı. Diğer yandan, kadın intiharlarının nedenleri arasında yüzde 10,7 ile psikolojik nedenler ilk sırayı alıyor. Bunu, yüzde 9,3 ile aile içi tartışmalar, yüzde 6,7 ile aile baskısı ve psikiyatrik rahatsızlık, yüzde 4'le namus, çocuk olmama ve fiziki rahatsızlıklar takip ediyor. İntihar nedenine ilişkin dosyalarda, kadınların yarısı hakkında bilgi bulunmuyor. İntihar girişiminde bulunan kadınların yüzde 49,3'ü bekarken, evli kadınların yüzde 13'ü 1 yıl ve daha az sürede evli olarak görülüyor. Erkek intiharlarının nedenleri arasında ise ilk sırada yüzde 23'le ekonomik nedenler geliyor. İkinci sırada yüzde 19,2 ile psikolojik rahatsızlıklar, üçüncü sırada yüzde 15,4 ile psikiyatrik hastalıklar bulunuyor. YAŞAM / 2010-03-22
Verilen bu istatistikler günden güne insanlarımızın zorlamalara karşı direnme gücünün kırıldığını anlatıyor. En büyük darbeyi aile için destek göremeyen, dış etkenlerin verdiği hasarlar ile yıpranmış şahıslar ve aile içi iletişimsizlik vuruyor. En son izlediğim film buna en güzel örneği teşkil ediyor. Fırsat bulursanız mutlaka izlemenizi öneririm. Mel Gibson ve Jodie Foster ‘ın başrollerini paylaştığı “KUKLA” isimli film.. Orijinal ismi “The Beaver” olan film görüntüde herşeyi olan bir adamın bir gün depresyon adlı hastalıkla tanışmasıyla başlıyor ki, günümüzde çoğu insanın sevgiden, paradan, mutluluktan, saygıdan, hoşgörüden, huzurdan mahrum kaldığı bir dünyada çok nüktedan. Meslek dağılımına göre intihar istatistiklerinde genelde doktorlar, özellikle de psikiyatri uzmanlarının intihar edenlerin en başında yer aldığı da düşünülürse bu işle baş etmenin ne kadar zor olduğunu tahmin etmek çok güç olmasa gerek. Film özetle, kendisinin iyileşme çabalarına destek vermeyen ailesinin ve adamın bunlarla baş etmek için geliştirdiği bir teknik olan kukla ile konuşma tekniği üzerine kurulu. Umut ediyorum ki insanlar geç olmadan yanındaki insanı görmeden geçmek yerine onun duygularına da değer verme yöntemini seçtiğinde, filmdeki gibi geç  kalmış olunmaz. Yazdığım içimizden birilerinin bir öyküsüyle, herkesi hayatın koşturmacasının içinde biraz soluk alıp yanındakini farketmeye çağırıyorum.


ALACAKARANLIK VE ÖTESİ

Çaresizlik bir ağaç gibi sardı bedenimi, dalları, kalbimi, ruhumu sıkıştırıyor ne kadar çabalasam da kurtulamıyorum aralarından. Yapraklar gözümü kapatıyor. Çare varsa da görmem imkansız artık. Otuzbeş yaşındayım ve kimseye kendimi anlatmayı beceremedim. Artık kendimi de yanlış anladığımı düşünmeye başladım. Ne yaparsam yapayım.

Yaşam konusundaki beceriksizliğim, beni ölüm konusunda düşünmeye yüreklendirdi. Kim bilir, onda daha başarılı olabilirdim. Etrafıma baktığımda herkes bir şekilde bu yalana inanmış görünerek, birine yakalanmadan ucundan kıyısından hayatı tutmuş yaşamlarına bakıyorlardı. Sonuçta onlar da yapmaları gerekeni yapıyorlar, ötesine karışmıyorlardı. Ben niye başka şeylerde ışık aramaya çalışıyordum. Benden öncekiler bulmuş muydu? Ya da buldular da kıymetli olduğundan sakladılar mı yıllarca? Öyleyse bu haksızlık değil miydi? Yüce divan buna nasıl izin verebiliyordu? Evet, o niye müdahale etmiyordu da sadece seyretmekle yetiniyordu? Acaba zevk mi alıyordu bu kapışmadan. Ama biz azınlık olarak birbirimizi tanımadan ölüp gidiyorduk. Ve çoğumuz da doğal çöküş sürecini bile beklemiyordu. Neydi bunca mücadeleyi yapmamızı gerektiren, buna mecbur kılan bizi? Neden ötekiler gibi soru sormadan yaşamıyorduk? Onlar da soruyorlardı da acaba cevabını alıyorlar mıydı? Pardon.

Tüm bunlar artık çalışıp para kazanma, hayatımı idame ettirme, yeme içme gibi zorunlu ihtiyaçlarımın bile önüne geçmiş, yavaş yavaş belirlemeye başlayan o ince çizgi beni korkutmamaya başlamıştı.

 Bütün bunlar Dostoyevski’nin budalası gibi hissettirmeye, budala mı olduğumu yoksa akıllı mı olduğumu çözemez hale getirmeye başlamıştı. Madalyon göründüğü gibi değilse karanlıkta ona bakma seni ipe götürür, asla yazı tura atma hayatla, kaybeden sen olursun sen onlardan değilsin çünkü unutma gibi saçma sapan laflar bile etmeye başlamıştım. Sen akşam yattığında yastığa düşen kafa olamadın, sen aynaya baktığında gördüğün yüz olamadın asla. Görmek istediklerin hep gördüklerinin önüne geçti. Bunun sebebini çocukluğunda arama ya da gençliğinde, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarında da. Bu ihmal olur kafanın içinde yerleşip senin büyütmek istediklerine. Sonuçta kafa senin değil mi içine ne atacağın seni ilgilendirir. Ama nasıl olur ya karşılaştığım onca insan, seçemediğim arkadaşlarım, annem, babam, kardeşlerim onların hiç bir katkısı yok mu yani?

Evet bir şeyin farkına vardım. Kullanılıyordum. O başkaları kendilerinin aynadaki yansımalarının hep aynı olması için beni kullanıyorlardı. Hayatı uyduruk prensipler üstünde gezdirip onların dışına çıkarmamak için kullanıyorlardı. Ben bazen karşı çıkışlar yapmışım geriye baktığımda. Ama sonunda hep onların dedikleri olmuş. İşin tuhaf tarafı bunu benim de kabul ettiğim hissini vermişler bana. Ben nasıl bu kadar kör bu kadar budalaca davranabilmişim. Peki niye şimdi bunların farkına varıyorum. Doydum mu acaba kandırılmaya veya kendimi kandırmaya, aslında kör oldum da ancak o zaman mı derin görüşüm açıldı bilemiyorum. Bildiğim tek şey, şu an bir zamanlar seyretmeye doyamadığım, arabayla geçerken son ses müziği açıp hayatın damarlarımda aktığını hissettiğim boğaz köprüsündeyim. İnci gibi dizilmiş tüm ışıklar beni seyrediyor sessizce. Belki kimi yapamazsın biz çok gördük böylelerini diyor belki de kimi yapma daha gençsin değmez diyor. Hep okumuşumdur. İntihar eden insanlar ettikten sonra vazgeçer ama geriye dönemezmiş. Sırf geri dönme ihtimalini sıfırlamak için buraya geldim. Serin esen rüzgar beni birden seneler önce yaşadığım bir ana götürdü. Gariptir ki hafızamın derinliklerinde sakladığım bu anı, o an tüm ayrıntıları ile gözümün önündeydi. İznik’te göl kenarında bir evde, öğleden sonra ılık bir bahar gününde, göl hafif hafif dalga yapmış ben de içeride onu dinleyerek uyumaya çalışıyordum ki dolap gıcırtısı gibi sesler duymaya başladım. Önce rüzgarın bir oyunu zannettim. Ama sesler iyice tiz bir hal alınca kalkıp bakmak gereği duydum bezgin bezgin. Biraz araştırdıktan sonra tam vazgeçmek üzere iken dış kapının arkasında halıflex ile tahta döşemenin arasına sıkışmış bir fındık faresi gördüm. İnanılmaz güzellikteydi. Gözleri yerinden fırlamış benim onu gördüğümü farketmiş çığlık atmasının işe yarayıp yaramayacağını merak etmeye koyulmuştu. Ben inanılmaz bir gücü elinde bulunduran bir savaşçı, büyük bir af gücüyle donanmış ulu bir insan gibi hissediyordum kendimi. Sonuçta sadece bir halıflexin ucundan parmağımla bile oynatabileceğim bir ağırlıkla fındık faresini özgürlüğüne kavuşturacaktım. Ya da onu orada ölüme terk edebilecektim. Parmağımın hafif bir hareketiyle halıyı kaldırdım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder