15 Şubat 2013 Cuma

Sevgiler

 “Güneş sisteminin, oluşumuna dair ilk bilimsel teori “Bulutsu Teorisi” dir. Bu teoriye göre, Samanyolu Galaksisi’nde  yer alan büyük bir gaz ve toz bulutunun bir kısmı,  kütle çekiminin etkisi ile zamanla yoğunlaşarak Güneş’i ve diğer gezegenleri oluşturmuştur. Yıldızımız, yaklaşık 4,5 milyar yıl yaşında ve şu an ki kütlesi de yaklaşık 500 milyar yıl daha parlamasına yeter “Tübitak
 Bir başka deyişle sevgi üretecek, 500 milyon yıllık zamanımız daha var. Ne kadar üretken bir toplum olduğumuzu belirtmeye gerek yok. Üretirken tükettiğimizi,  bir daha üretemeyeceklerimizi bile, korkmadan savurduğumuzu. Sevginin, sadece sevgililer için olmadığı bir gün için yazmak istiyorum. Mesela sevginin ateşli bir öpücükle,  başlayıp, gök gürültülü,  sağanak bir romantizmin, nikah masasına kadar uzanması, el elele tutuşmadan an geçirmeyen, öpüşmek için her fırsatı değerlendirmekten çekinmeyen bedenlerin, aynı eve tıkıldıklarında, iki ayrı cumhuriyet gibi yaşamaya çalıştıklarından. Mesela, bir annenin, bütün bir ömür boyu beklediği, o müthiş dokuz ayın sonrasından, kucağına aldığı kendinden olma, küçük bedenden ve bir süre sonra, onu havalara uçuran bağımlılığından bıkmasından . Ya da kiminin taklit ettiği, övündüğü nice babası varken, bir diğerinin, kendi öz babasını dilim dilim doğrayacak kadar delirmesinden.
 Hangisini seçerseniz seçin, sevgi göreceli olduğu kadar, evrensel bir yanı da vardır tabi ki. Onun bu olumsuz yönleri ile hiç karşılaşmamış insanlar da vardır. Mesela bebekler çoğu öpücüklere boğulur, yaratılan pempe ve mavi tüllerin içinde havalara atılırken, tek kötü koku altlarına yaptıkları zaman hissedilir. Peki bir insanın sürekli sevmesi nasıl sağlanır?  Ta ki kendine kötülük yapanı bile nasıl sevebilir ? Ya da buna gerek var mı ?  Her insanı sevmeyebilirsin. Bu bir gereklilik değildir. Özellikle işyerleri ve aile ilişkileri için bu geçerlidir.  Aynı kandan gelmiş nice insanın, birbirini düşünmeden hareket ettiği, işyerlerinde ise, empati eksikliğinden kaynaklanan, sevgisizliğin herkese mal edilmesine kadar varan bir yargı, elbette kimseyi bir yerlere taşımaz, aksine mutsuzluk virüsünü yayar. Maalesef ki bunu önlemenin yolu da,  buna sebebiyet veren insanın,  kendisine düşmektedir yine. Bu bir toz olsaydı elektrik süpürgesi ile temizlenir, bir arıza olsaydı ustası ile tamir olur, bir hastalık olsaydı ilaç ile ……geçebilirdi. Ama, insan eliyle ortaya çıkan,  mutsuzluğun  giderilmesi, yine kendisine kaldığından  durum hiç iç açıcı değil.
 İnsanlar beğendiği şeyi severler. Ya  beğenmediklerini  onlardan nefret mi etmeliler ? Bu ayrımcılıktan başka ne olabilir ki? Beğenilerin, bu kadar çeşitli olduğu günümüzde,  beğenilmeyene saygı duyulmalı. İçimizdeki sesin beğenisine, kulak asmadan kıskançlık ruhuna bürünmek de tehlikeli. Sevginin taklidi ise en şüphe götürmez öldürücü tekniği.
 Bense bir gün karşımdakini anlamaya çalışmak yerine, kendimin anlaşılmasını beklemeyi deneyeceğim. Bunun için ne kadar yaşlı olursam olayım. AG
Sevgiler

24 Ocak 2013 Perşembe

Empati, Eşit Değildir Ben

İnsanlar bilmedikleri ve yaşamadıkları bir şey için hayıflanmaz, diyebilir miyim? Siz karar verin.
 Kuzey kutbuna en yakın köylerden biri, bahsedeceğim köy. Kışın, metrelerce buzun altından tuttukları balıkları yiyorlar.  Ortak çıktıkları balina avlarından elde ettikleri avları en ince detayına kadar değerlendirip, yakın köylerdeki sakinlerle, değiş tokuş ederek, geçimlerini sağlıyorlar. Yazın ise, dik yamaçlardan elde edilen martı yumurtaları, yemekleri. En az bir kişi, ölümle burun buruna geliyor ve tecrübe gerektirdiğinden elli yaşın altına yaptırmıyorlar bu işi. Bir yumurta için, ölümle burun buruna gelmek.  Bu insanlar, niçin dolaplarını açıp, özel kutularında tazeliğini günlerce koruyan, organik, büyüklüğü bile aynı ölçüde ayarlanmış yumurtalarından yemek istemezler. Ya da no frosttan çıkarılmış, kılçığı bile ayıklanmış, balıklarını fırına atıp yanında soğan pişirmezler. Keşke, imkanım olsa da, onlara bunu sorabilsem.  BBC’nin belgesellerinden tanışma fırsatı bulduğum bu insanlar, kısmen buna benzer bir soru yöneltildiğinde,  muhabire, hepsi bir ağızdan gülmeye başladı ve biz buna alıştık dediler. Ama televizyon, uydu ve bilgisayar anlamında her şeye sahip olduklarını da özellikle belirtmeliyim. O halde şimdi değiştirerek tekrar soruyorum. İnsanlar bildikleri ve tadını almadıkları bir şey için hayıflanır mı? Peki o halde yanı başımızdan bir örnek daha verelim. Çoğu zaman adına, nesil farkı dediğimiz şey, anne ve babalarınızın, sizin hoşlandığınız şeylerden hoşlanmaması ya da sizin yapmayı çok arzuladığınız şeylerin, onlar için önemsiz ve hatta zaman zaman zararlı olmasına ne diyeceksiniz. Sizin bilgisayar başında geçirmeyi dört gözle beklediğiniz zamanları, onlar belki kitap okumakla, sohbet etmek veya yürüyüşe çıkmakla değiştirebilecektir. Ama asla, eşittir bilgisayar olmayacaktır alternatiflerin içinde. Ve hatırlayınız bu size inanılmaz muhafazakar, otoriter ve gereksiz gelmiştir çoğu zaman. Peki niçin sizin aldığınız zevki almaz ebebeynleriniz. Ama aslında yaptıklarınızın ne olduğunu bilirler değil mi ? Hem de belki sizin olmadığınız zamanlarda bilgisayarın önüne oturup;
-Saatlerce bu çocuk burada ne karıştırıyor, bu kadar zevkli, deyip bilgisayarın önünden eşinin uyarması ile kalkan nice veli vardır kim bilir.
Empati eksikliği. Siz ondan empati yapmasını, yorgun geldiğiniz işten, dinlenmek için ondan vakit istediğinizde, o da, sizin kendisi için yapacak bir şeyiniz olmadığının kanıtı sayar bunu. İsteyerek, sizin seçtiğiniz tatil yerlerinde gezmesini beklerken, erişkin olduğunda sizden ayrı olarak tatile gitmesi niçin abesle iştigal. Bu sırf sizin söz hakkı olduğunuz, sizin doğum tarihinizin yetmişli yıllar olduğu için mi ? Ama işyerinizde sizden önce işe girmiş sıradan birinin terfisi üzerine , yeteneklerinizden ve verdiğiniz kısa zamandaki olağanüstü verimlilikten dolayı, değerlendirilmediğinizde isyan eden de sizsiniz. Peki bu adil mi?
Son olarak, sadece kutuplarda değil Avrupa’da da, elektriklerini kendileri üreten, teknolojiyi reddeden, topluluklar olduğunu ve bu topluluğun bireylerinin 18 yaşına geldiklerinde, dış dünyada bir deneme süresi yaşadığını ve bu süre sonunda bugüne kadar çok azının,  dış dünyada kalmak istediğini söylesem, yaşadığınız dünya için hala aynı şeyi mi düşünürsünüz ?

18 Ocak 2013 Cuma

İki Kadın,Romantizm ve Materyalizm

Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar uzakta bir yer yokmuş, her yer yakınmış. Birbirlerine gidip gelemeselerde, hep akıllarında olduklarını bilirlermiş. İki kadın varmış, birinin adı romantizm diğerinin ise materyalizm’miş.  
  Romantizm,  özgür irade ile ortaya çıkabilecek her fikrin,  aslında insan için varolabilecek her olumluluğu  üretebileceğini savunur. Sanatın her dalında, savunulan bu görüş “Kuralın, kuralsızlık olması gerektiğini” iddia etti uzun yıllar. İnsanlar, bu masallara inanmak istedi. Çünkü doğası, sınırlandırmayı sevse de, sınırlandırılmak istememekteydi. 18 . yüzyılın sonundan başlayıp, 19.yüzyılın ortalarına kadar hüküm sürdü. Ama aykırı düşünceler, mutlaka rahatsız edecek bir zümre ile karşı karşıya kalmışlardır yıllardır. Ve bu baskıcı sistemin zorlamaları ile oluşması gerekli yeni düzenin metni netleşerek ismi Materyalizm olmuştur. Romantizmin verdiği iç huzur, sağladığı iç denge, kalıcı, yapıcı ruhlar yaratırken, materyalizm bütün bunları yıkıp, yokedip yerine kendini tanımayan, kısa süreli mutluluklarla, karnını doyurmaya çalışan, bir ruh yaratma kaygısı içindedir. Romantizm, gerçek ise, materyalizmin, yalan olduğunu ispat, herkesin kendi hayatından kesitlerle bile mümkündür.
Özgür iradenin,  akla iyi şeyler çağrıştırmasıyla beraber gerçekte,  hiç ummadığınız bir nesnenin, kötü ellerde, ne şekilde,  değerlendirildiğini tarih bize defalarca göstermiştir. Bu yüzden, romantizmin sınırlarının, ne zaman başkalarının sınırlarını aştığının tespiti mümkün olamadı. Güzelliklerin mahvolması için küçük sivilceler yeterli olabilir yetenekli ellerde! Önemli olan sahip çıkabilmek, bugün romantizm akımının öncülerinden olan Victor Hugo, eserleri ile bizi yoğun olarak etkilese bile, o eserin yazıldığı andaki düşünceler, ne kadar etrafımızı sarabilir ki. Bu etkinin ne kadar kısa süre aldığına dair, romantizmin akımından etkilenen Almanya’da, Hitler’in  1921-1945 yılları arasında liderliğini yaptığı, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin 1933'te iktidara gelmesiyle Almanya başbakanı ve 1934'den ölümüne kadar Almanya devlet  başkanı olarak görev yapması sanırım çok düşündürücüdür.
 Bizim, çocuklarımıza, acımadan yüklediğimiz formatın önemli bir bölümünü oluşturan Materyalizm, en büyük yardımı aldığı teknoloji,  sayesinde bir kabus gibi, kafamızı ne yöne çevirsek, karşımıza çıkıyor.  Büyük ölçüde seçiçi ve özenli olmak, yüzünüzü döndürebildiğiniz kadar doğaya döndürmek, kendi çapınızda yapabileceğiniz en önemli katkı olacaktır ondan kaçınmak için.
 Her ikisini de kadına benzetmemdeki gaye ise açık, yaratma gücüne ve onu sahiplenme içgüsüne sahip bir varlık olan kadın, aynı zamanda, kendi yarattıklarını görmezden gelebilecek kadar da insafsız olabiliyor. Haksız mıyım? Yazıma, romantizm ve materyalizme ait iki güzel alıntı ile son vermek istiyorum.
“Romantizm, varlıkların olduklarından başka türlü olmadığına, olmayacağına üzülmektir.” A. Gide
Bir gün karşıma biri çıkacak ve bana: "Herşey olması gerektiği gibi olmaktadır, efendim" diyecektir. -A. Ağaoğlu, Yazsonu


Sittin Sene

 Her hafta, yazacak bir şeyler bulmak, zor olmasa gerek bu ülkede. Zira, gündem o kadar hızlı değişiyor ki. Kafanı eğmen ve kaldırman bile, göremeden geçtiğin, bir sürü habere neden olabilir. Uzun bir süredir, yaşım gereği karşılaştığım, seyrettiğim, okuduğum çok şey, çoğu şeyin, aslında değişmeden kaldığını, değişenin sadece, bunu yaşayan insanlar olduğunu gösterirken, bu umudun da, kaybolmasını gerektirmekte. Yaşama, sosyal kimlikle, bağlanmaya çalışanlardanım. Bu yaklaşımım, insanların eskiden yaşadıkları olumluluklarını, kendi hayatlarına, geri getirme uğraşı içinde olmaları üzerine kurulu.. Bunu çeşitli yollarla, bilmeden yapan çoğu insan, aldığı pozitif sonuçlarla mutlu olmaktadır. Televizyon seyretmeyi kesiyor, sadece sevdiği insanlarla beraber olmayı seçiyor. Şöyle, bir öz eleştiri yapılması doğal. Dış dünya ile ilişkilerini kesmek, seni ne derece mutlu edecek. İnsanların, çözemeyeceği sorunlarla, kafasını meşgul etmesi, onun aslında yapabileceği şeyleri, gerçekleştirmesine mani olmaktadır. Nasıl mı?  Yılbaşında, kim, Afrika’da açlık sınırının, 18 milyon olduğunu bildiği halde, onlara yetişebilir ki. Ama, yanı başınızdaki Çocuk Esirgeme Kurumuna vereceğiniz küçücük bir hediye, belki hiç akıl erdiremeyeceğiniz, bir değişime ön ayak olacaktır. Mutluluk bulaşıcı bir kavramdır. O derece bulaşıcıdır ki, mutluluk, iç huzuru, iç  huzur, yaratıcılığı, yaratıcılık, değişimi, değişim, öngörüyü, öngörü, adaleti……….İşte bu denli bulaşıcıdır. Peki kim istemez bu zinciri ? Hayrettin Karaca’nın söylemiyle “Dünya ulusları, silaha geçtiğimiz yıl 2 trilyon 800 milyar dolar harcadılar. Peki bu nasıl oluyor düşünün ?”

 Açıkça söylemediklerimiz olabilir, hayatta ya da saklı tutmamız gereken şeyler. Ama hiçbir şey, kendi hayatımızla, kendimiz arasında kafa tutmamızı engelleyemez.  Henüz, bunu başaracak kanunlar koyamadılar. Gerçi, gelecek yüzyıl filmlerinden, gördüğümüz üzere -bilmediğimiz nice araştırmalar olduğunu düşünmekteyim-düşünce okuyarak, bunu da yapmayı planlamaktalar. Çünkü, insanın kendine hükmetmesi,  bir süre sonra, o kadar doğallaşacak,  yaygınlaşacak ve üstün gelecek ki. Onların diledikleri,  hayal ettikleri, dünya düzeni içinde, siz sadece bir figüransınız. O müthiş bütçeli filmlerde,  dinazorların, ayaklarının altında kalan, düşen uçaktakiler, korkunç silahlarla yakılan, öldürülen, yani film bittiğinde, öldüğüne üzülmediğiniz, nice insandan birisiniz. Peki kim  kendi ölümüne üzülmez ? En azından öleceğini anlayacak veya bunu hissedecek kadar vaktiniz olacak kadar şanslıysanız ki, atom bombası gibi, bunu hissetme şansı bile vermeyen, savaş silahları içinde yaşarken.
 Hayatımıza, başkasının müdahale şansını yaratmamak için, niçin mutlu olmaya çalışmıyoruz. Bunun için bir sittin sene daha beklememize gerek var mı ? Herkes, çalar saatini kursun. Bu saat, kendine özgü bir hızda çalışacak ve size olması gerektiği zaman, uyarı verecektir. Lütfen çalar saatinizi dinleyin ve asla kurmayı unutmayın. Yoksa, onlar sizin yerinize bunu yapacaklar, ama patlatmak üzere, pimi çekmek için. Ya da dünyanın çağdaş en büyük filozoflarından biri sayılan Bertrand Russell’in; ”Eğer her uygar ülkenin çoğunluğu isteseydi, 20 yılda insanları köleleştiren, alçaklaştıran sefaleti, hastalıkların yarısını ve insanlığın yüzde doksanını zincire vuran ekonomik bağımlılığı ortadan kaldırırdık. Dünyayı, güzellik ve neşe ile doldurur ve evrensel barışı sağlardık.” cümleleri, hep bir di’li  geçmiş zaman olarak kalacak.
Not: İnternetteki sayfamda,  beni 20,000 kere okuyarak, mutluluk bulaştırmama müsaade edenlere teşekkür ediyorum.


27 Aralık 2012 Perşembe

2013,2012,2011,2010.....

 Neden ileriye gitmek artmak, çoğalmak, yükselmek, büyümek anlamına geliyor da, geriye gitmek azalmak, düşmek, küçülmek anlamına geliyor? Değişim, olumluluk mudur ? Yoksa sadece bir tarafın iyimserliği mi? Önemli olan kavramlar arasındaki uyumluluk değil. Vurgulamak istediğim, kavramların içindeki boşluktur. Bu boşluk ise, bilinmezden gelinerek, başka şeylerle doldurulmaya çalışılırsa, durumun vehameti kıyametin      ta kendisidir. 21.12.2012 kargaşası da, bu içi doldurmaya yarayacak elyaf malzemelerden biridir. Lütfen, kendimizi ve etrafımızı, yeni yılda daha çok sorgulayalım ki, bize gerekli olan asıllar dolaşsın etrafımızda, içi boş baloncuklar değil. Bu küçük nottan sonra bu yılın bana söylettiklerini anımsamak istedim sizlerle.
- Hayatın kendiliğinden gelme özgürlüğüne karşın, sonradan hapsolmuş hayatımızın içinde özgürlüğü keşfetmek, kaybedip bulduğumuz nice şey gibi sevindiriyor bizleri.
 - Ortada bir an önce toparlamamız gereken bir şeyler var, çorap söküğü gibi giydiğimiz kazak gitgide küçülüyor.
- Hayatın içine sığmayanlar, kitapların içine sığabilirler.
- Yalpalayarak giden at ya sakattır ya da hasta!! Nasıl olsa ölecek!! Eğer bunlardan hiçbiri değilse, neden hayatı, adı gibi yaşayamıyoruz ? Hemen bir ayna bulun ve yaşayanın siz olduğuna karar verin.
- Önemli olan da o zaten, boş versene sen, mutluluğu, değişiklikte arayanlar, hep başladığı noktaya dönen insanlardır.
- Bol bol resim çeksinler. Cansız hatıralar, zamanın en kuvvetli düşmanlarıdırlar.
- Acılar yalnız olduğunuzda çıkan hayaletler gibidir. Asla yalnız bırakmayın onu.
- Parmağındaki yüzük izine baktı. O bir selin bıraktığı yıkıntılara benziyordu.
- Kırgınlık, yapıştırılması gecikmiş bir vazoya benzer. İhtiyacın olduğunu düşünmediğinde yapıştırmak da gelmez aklına, içine çiçek bulduğunda ise, çiçek soluncaya kadar ya vazo yapışmaz, ya da yapıştırıcı bulamazsın.
- Gerçek sadece fotoğraflarda görünmeyen, ama değiştiğini bildiğimiz her bir şeyin  öldüğü ise, yaşam denen kabuğun içinde kalan sadece çekirdek midir ?Ölümden değil, yaşamdan korkmak lazım o halde; onun için cesaret ister asıl….
- Bu memleket insanının, öbür tarafta varsa, cezalarının hafifletilmesi, burada da erken emekli olması gerekir.
- Dağıtmadan hissettiklerini, harcamadan sağa sola, tek sözle özetle, bir namlunun kurşun fırlatması gibi.
- Hayatta dayanamadığım şeyler, kahvenin fincanda kalan köpüğünün, içilemeyen tarafı.
- Çocuğun, ilk kelimelerini anlamak için gösterilen gayret üstü çaba, niçin, aynı çocuk, sular seller gibi konuştuğunda saklanır.
- Bir daha yaşayamayacağın bir şey için  “ehhh  işte idare eder” demek delilikten başka nedir ki ?
- Ölüme üzülme, ölene acıma, ruhsuz yaşamak ne kötüdür ki onu düşün.
- Veda, sonu merak edilemeyen bir  filmdir.
- Güneşe bakıyorum, ama gölgede kalmış kısmım üşüyor.
Hoş geldin yeni yıl bırakacakların ve alacaklarınla.

25 Aralık 2012 Salı

Feminist Bir Anayasa, Bir Mayın, On Kız

Moğol istilasından ABD işgaline uzanan bir ülke, tarih; Ocak 2004, dünyanın en feminist Anayasası’nın kabulü ile kadın haklarının anayasal koruma altına alınması , kızların kocaya satılmasına, erkeğin aile içinde kadına hakimiyet kurmasına, zina ve fahişelik nedeniyle kadınların katledilmesine göz yuman bir sistemin ortadan kaldırılması. Anayasa ile tüm çocuklar için zorunlu eğitim şart koşuluyor. Önceleri Sovyet işgaline karşı, ülkedeki bağımsız feminist örgütlerin en eskisi olan RAWA(Afganistan Kadınlarının Devrimci Birliği), bir tepki olarak gizli okullar açmıştı. Kabul gören bir gerçeğe, göre okur yazar olan insanların, ancak haklarını koruma ve talep etme  istekleri ve zorlamaları olacağından, okur yazar oranını artırmak, işi tabana yaymanın anahtarıdır. Nitekim, Taliban yönetimi zamanında, eğitimin altı yıl süreyle tamamen durdurulduğunu düşündüğümüzde (sadece dini ve şeriat eğitimi dışında), ilerlemenin  ne masalsı bir yolculuk olabileceğini tahmin etmek, hiç de zor değil.
 Yıl Aralık 2012, Afganistan’ın birçok bölgesinde okul bile yok.  Olanların hala bir kısmında ise sadece dini eğitim verilmektedir. Bu, diğer hakların temininde ne kadar az yol alındığının bir kanıtıdır. Gerçi, çadırlarda bile eğitim vermeye gönüllü öğretmenlerin varlığı, her zaman göz doldurmaktadır. Ancak yaşanan uzun süreli kaos ve savaşlar eğitimde istenilen düzeye gelememenin sebepleridir. Güzellik başa beladır. Afganistan’ın sahip olduğu Türkmen doğal gazı , Rusya, Hindistan ve Çin ittifakına karşın jeostratejik önemi, onun medeniyet düzeyinde her alanda aslında geri bırakılmasının kaynağıdır.
 Şarbat Gula, hepinizin hatırlayacağı üzere, National Geographic dergisinin 1985 yılı Nisan  kapağında yayınlanan meşhur Afgan kızı, 2002 yılında başka bir Nisan ayında yayınlanmak üzere fotoğrafı çekildiğinde, önce veya sonra hiç fotoğrafı çekilmemişti. Sovyet- Afgan savaşı sırasında öksüz kalan bu kadın, Afgan direnişinin sembolü haline gelmişti. Olması gerektiği gibi. Her Afgan kadını gibi onunda film gibi bir hayatı olmuştu. Çoğu mülteci kamplarında geçen bu hayat, diğer kadınları da temsilen belgesel olarak da çekilmişti.
  Gülnaz ise çoğunuzun bilmediği, ismini bile belki duymadığı bir kadın 2012 Ocak ayında BBC den haberi çıkmış bu kadın, bu genç kız , kocasının kuzeninin tecavüzüne uğradıktan sonra kadın koğuşuna kapatıldı. Orada hamile olduğu anlaşılınca, ortaya işlenen suç çıktı. Polis Gülnaz’ı ve tecavüzcü akrabayı tutukladı. Afgan yasalarına göre “zorunlu zina” kapsamında  Gülnaz 12 yıl hapse mahkum oldu. Ama tepkiler sayesinde affa uğradı. Dışarı çıktığında ise törelerin, insanların acılarından daha önemli olduğu bu bölgede, eğer evine dönemezse yani tecavüz eden kişi onunla evlenmez ise veya yüklü bir başlık parası vermez ise, namusu temizlenmeyecek ve hayatı tekrar tehlikeye girebilecek olduğundan, ona başka bir hayat için  yardım toplandı.
 Seher Gül, yine BBC de haber olmuş bu kadın, 4500 dolara bir adamla evlendirilmiş, aylarca mahzende kilitli tutulmuş, aç bırakılmış, kocası ve kayınları tarafından işkenceye maruz kalmış bırakılmıştı.
 Bu örnekler, sadece basının ulaşabildikleri, ya diğerleri….Kapalı kapılar ardında, gözlerden uzak yaşanılanlar. Yıl Aralık 2012 , odun toplamak için, mayın dolu araziye gönderilen ,birinin mayına basması sonucu ölen, on kız çocuğu gibi, Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi
 Ölü çocuklar büyümez


13 Aralık 2012 Perşembe

Bir Kadının Vasiyetnamesi



Bu satırları okuyorsanız, ve tanışmamışsak, benimle tanışma şansını kaçırmışsınız demektir. İnşallah buraya geldiğinizde artık; demem de hoş kaçar mı bilmiyorum. Beni görmek değil de,  hissetmek için ruh çağırmanız gerekebilir. Küçük bir vasiyetname ile benden sonraki hayatın en azından ben varmışım gibi devam etmesine yardımcı olmak istiyorum. Ne de olsa hayat devam ediyor.
 Çocuklarımın sevdiği yemekleri sık sık yapmanızı arzu ediyorum. İlk göz ağrı olan, lahmacuna bayılır. Ben de onlara fındık lahmacun yaptırıyorum ki daha çok kıyma yesinler. Terbiyeli köfteye ise ikisi de biter. Özellikle içine küp küp patates ve havuç koyarsanız parmaklarını da yerler. Mantı olmazsa olmazları olsun lütfen. Yalnız yoğurtsuz ! Ha bir de bol bol balık ve fırında soğan.
 Geceleri,  büyük kız babasıyla, ufaklık benimle yatardı. Onunla beraber yatma şerefine ererseniz, hazırlıklı olun uyuyuncaya kadar size “çeni çeviyorum ve iyi çeçeler” diyecektir. Ona sıkılmadan aynısını tekrarlayın, bazen yüzlerce kez söylüyor çünkü. Yanınıza mutlaka pelüş zuzu’yu alın. Onu uyutuyormuş gibi yaparsanız,  uykuya dalma süresi, biraz kısalabilir şanslıysanız. Yoksa ondan önce siz, uykunun geniş kanatlarına düşebilirsiniz. Büyük kıza gelince, mutlaka kısa kol tercih edin yatarken kendinize pijama olarak. Yoksa kolunu, kolunuzdan sokacağından, kazağınızın kolunu genişletebilir.
 Sık sık geniz akıntıları olur o yüzden, kışın bol bol deniz suyu spreyini ihmal etmeyin.
 Birbirlerine kızmalarına izin verin, ama asla küs durmalarına müsaade etmeyin. Küslük, süt gibidir. Bir kesildi mi; daha ne yoğurt olur ondan, ne de muhallebi.  Anılarını saklamayı öğretin. Onları, hayat telaşı içinde biriktirmeleri, aslında zamanın ne kadar çabuk aktığını hissetmelerine yardımcı olacaktır. Bol bol resim çeksinler. Cansız hatıralar, zamanın en kuvvetli düşmanlarıdırlar. Her ikisi de saatini tam öğlen on ikiye kursun ki, her çaldığında onlara birbirlerini ve günün yarıya indiğini hatırlatsın. Aslında ömrün.
 Her sabah, mutlaka kimseler uyanmadan erken saatlerde yürüyüşe çıksınlar. Dünyanın kendileri için döndüğünü, bu yüzden onu doyasıya yaşamaya, mecbur olduklarını hissetsinler. En çok sevdikleri parça ile ilk adımlarını atsınlar güneş doğarken. Yavaş yavaş aydınlanan gökyüzünü seyrederken, yeniden doğsunlar küçük bir bebek gibi. Ondan sonra küçük bir bebek olmamanın, ama genç bir kalbe sahip olmanın tüm nimetlerinden yararlansınlar.
 Günlük tutsunlar, sevdiklerini de sevmediklerini de yazsınlar, ama saklamasınlar ya da kilitlemesinler, kitaplıkta dursun, herhangi bir kitap gibi. Bir de not defterleri olsun, yanlarında taşıdıkları, her yıla ait. Geri dönüp üç yüz altmış beş gün mü yoksa ü ç y ü z a l t m ı ş b e ş gün mü ? Yaptıklarına bakarak değerlendirebilsinler.
 Her an müzik dinlesinler, kulakları hep çınlasın müzik, dünyadır.
 Yapacakları işi mutlaka sevsinler. Belki iş arkadaşlarını sevmeyebilirler, ama bu işi ve işyerini sevmemek için bahane olmamalı. Siz, onları hayatınıza kötü olarak dahil etmek istemezseniz, size kanserli hücreleri bulaştıramazlar. Etrafları bunlarla dolu olabilir. Derin nefesler alarak onları kafalarından uzaklaştırsınlar. Ama onları, sinirlendirmelerine asla müsaade etmesinler. Taşıdıkları makineyi, vücutlarını yıpratmasınlar. Ona çok iyi baksınlar.  Elde dikilmiş, has ipek bir elbise gibi. Asla onu gücendirmesinler, güzel şeylerle doyursunlar karnını. Bol bol balık ve sebze yesinler. Hiç tatmadıkları tatları, tatsınlar sık sık . Uzak ülkeleri müsaitlerse,  bol bol gezsinler, gezemeseler  de onların kültürlerini, dillerini öğrensinler. Arkadaş olsunlar onlarla. Dünyanın ne kadar kalabalık ve çeşitli olduğunu görebilsinler ki, ufukları hiç ulaşamayacakları yerde olsun. Etraflarında,  genelde hep onlardan,  daha kültürlü, yetenekli insanlar olsun ki hiç kendilerine yetemesinler,  hep üstüne ekleme ihtiyacı duysunlar.
Babanıza gelince. Onu çok sevdiğimi söylemek şu an için gereksiz. Bence sevgi yaşarken gösterilmeli, aksi takdirde ne anlamı var ki. Mutlaka, hayatına başka birinin girmesini sağlayın. Acılar yalnız olduğunuzda çıkan hayaletler gibidir. Asla yalnız bırakmayın onu.
 Ha birde mücevher kutusunun altında dört  tane büyük altın var. Unutmasınlar. Dar gün için mutlaka bir yerde para biriktirsinler. Ama kimse bilmesin. Onlardan başka.