Havanın pusu ve nemliliği, balıkları da bunaltmış olmalı ki, ballı ekmeğe bayılırlar, ona bile gelmiyorlar. Sanki, hepsi sözleşmiş gibi, bir toplantıya filan gitmişler de orada, soğuk limonatalarını içip, ayak ayak üstüne atmış, birbirleri ile, denizin kirliliği hakkında, konuşup dertleşiyorlar. Ben bunları düşünürken, iskelenin, denizin tuzundan erimiş basamakları çatırdamaya başladı. Bu saatte alışıldık bir durum değildi. O kadar erken kalkardım ki, o yüzden pek arkadaşlık eden olmazdı. Kıyametten sonra, sadece genç bir balıkçı, her gün huyu değişen bir deniz, canları istediklerinde yakalanmalarına izin veren balıklar.
Gelen şık bey, özenle, olta takım çantasını, soluk yeşil, üzerindeki banka reklamı çoktan silinmiş , arkalığı yarım kalmış bankın üzerinde açtı. Hemen oltayı monte etmeye başladı. Çok pahalı olduğunu tahmin ettiğim bu olta, güneşin buluttan projeksiyon gibi yaydığı ışınlarla karşılaşınca, pırıl pırıl parlıyordu, bir şövalye kılıcı gibi.
-Vay be dedim kendi kendime, len var mısın oltaya tav olsun balıklar.
Güneş, puslu halinden kurtulmuş, artık nem iyice, gizli bir düşman gibi tenimi işgal etmeye başlamıştı. Tuz, bileğimdeki taze kesiği acıtıyor, onu hatırlamama sebep oluyordu. Bunca eziyeti çekmemin bir anlamı olmalıydı. Burada balık tutuyordum ya evde. Unutulmuşluğun, boş vermişliğin verdiği acıyı ne unutturuyordu bana bileğimdeki kesikler mi ? Düzgün yolda giderken, aksı kaymış araba gibiydim. Balık tutma dışında, hiçbir şeyi bunları düşünmeden yapmıyordum. Ama balıkları tutarken, ağızlarından demir çengeli çıkarırken, babamın ameliyatlarda gösterdiği özeni gösteriyor, acıtmamaya dikkat ediyordum. Ve onları, asla çıkamayacakları , üstü kesilmiş su dolu, plastik bidonun içine atarken hiçbir şey düşünmüyordum, onların biten hayatları dışında. İçeri tıkıldıklarında, bir süre kurtulduklarını düşünürler, azalan oksijen ve değişmeyen görüntü onlara her beş saniyede bir yakalandıklarını hatırlatır.
Sanki, dalganın sesi ile annemin o eşsiz sesi geldi kulağıma.
-Portakal suyunu sakın içmeyi unutma, derken, her sabah değiştirdiği kelime, sadece suyun öncesindeki meyvenin adıdır. Anlaşılacağı üzere sabah kahvaltılarım eksiksizdir.
-Gözünü seveyim oğlum arabayı mutlaka emniyet kemeri ile kullan. Ceza ödemeyi bir yana bırak sana bir şey olacak diye korkuyorum… diyerek babam ehemmiyetli bir baba olduğunun bilincindedir.
Annem ve babam sadece hastanenin değil, birbirlerinin de nöbetlerini tutarlar. Asla birinin evde olduğu bir zaman, diğeri evde yoktur. Bunu, yaşım gereği, o zaman birinin, benim yanımda kalması gerekir diye değerlendirirken, yaşım ilerledikçe aslında beraber olmalarının, olmamalarından, daha çekilmez olduğunu anlayabilecek kadar iyi tanıyordum onları. Asla, önümde tartışmazlardı. Bir kere bile, birbirlerine saygısızca davrandıklarını görmedim. Ama sevgiyle baktıklarını da. Hep, yakaladığım, balıklar gibi bakıyorlardı birbirlerine.
Oltam sallanmaya başladı. Güzel, beyaz kasketli, parlak oltalı bey, gözünü hafifçe kaydırmıştı, benim tarafa, kafasını çevirmeden. Oltada, gümüş rengi istavrit, sağa sola çevirirken bedenini, parlak olta, ışığı adamın gözlerinin içine sokuyordu.
- Marifet oltada değil, balıkçıda diye.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder