15 Ağustos 2013 Perşembe

Bayram mı o Ne Ki ?

Ev soğuktu. Annesi rahatsız olduğundan akşamdan sönmüş sobayı yakamamıştı. Bayat ekmeği en azından sobada ısıtıp üzerine yağ sürüyordu. Şimdi onu da yapamayacağından birden iştahı kaçmıştı. Ama hiç birşey moralini bozamayacaktı. Çünkü yarın babası gelecekti. Arefe Günü idi. Oturdu bayat ekmeği afiyetle yedi ve annesine de teklif etti. Annesinin gerçekten rengi solgun görünüyordu. O da üzülüyordu. Aylar sonra kocasına bu kadar çirkin görünmek istemiyordu. Ama karın altında bulaşık ve çamaşır yıkamak onu bu hallere koyuyordu. Öğleden sonra biraz ayağa kalkmaya çalıştı. Erkek çocuğu olmasına rağmen annesine çok yardımı dokunuyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Kar insanı acımasızca soğuktan titretiyor, sıcaktan buz gibi eridikleri günleri, ağustos böceklerinin yaşam çığlıklarını iple çeker olmuşlardı. Evlerinin camı, buz sarkıtlarının arasından görünen yola bakıyordu. Etraf öylesine karla dolmuştu ki ufukta  beyazdan başka renk yoktu.

 Kapılarının önündeki üçüncü basamak hep biri geçtikten beş altı saniye sonra çıtırdardı. Birinin geldiğini hep oradan anlarlardı. Hemen küçük camdan sarkıtların arasından bakar eğer sevmedikleri biri ise evde yokmuş numarası yaparlardı. Çünkü misafirlerinin çoğu doğudaki savaşın yersiz olduğunu, babalarının boşuna ölüme gittiğini, ekmek parasını başka yerlerden de kazanabileceğini söyler zaten canları burnunda yaşama sarılmaya çalışan dallarını bir bir koparırlardı. Onlar da bıkmıştı tabi ki anne, kocasız buz gibi yatağa yatmaktan, ufaklık ise babasıyla doya doya oynayamamaktan.

 Zor da olsa annesi kalkıp mutfağa girdi. Ama içinde hep bir burukluk vardı. Bunu hastalığına yoruyordu. Her zaman ki gibi işe koyulmadan ekmek kırıntıları fırlattı karın üstünde bekleşen kuşlara. Her biri saygıyla birbirinin ekmeğinin önünden geçerek kendi ekmeğini yedi. Güneş, kar bulutlarının arasından selam veriyor, çabucak kayboluyordu arsız bir çocuk gibi. Buz parçaları ile
arkadaş olmuştu bugün okula giderken batmıyorlardı, incecik, köselesi erimiş, ayakkabıdan. Üşümüyordu yüzü, minicik elleri bile kızarmamıştı soğuktan. Canının çektiği ne varsa getirecekti sanki babası gelirken. Bütün gün babasına okuma yazmayı nasıl öğrendiğini, annesine nasıl yardım ettiğini en önemlisi ise onu nasıl özlediğini anlatacaktı. O kadar çok şey vardı ki onları kafasında sıraya koyuyordu. Acaba hangisinden başlasa?

 Anne kocasının en sevdiği yemeği patlıcanlı pilavı ocaktan indirirken, yüreğinde öyle bir acı hissetti ki neredeyse elinden tencereyi düşürecekti. Normaldi halsiz düşmüştü günlerdir doğru dürüst yemek yememişti. Uzun, simsiyah saçlarını taradı. En son aynaya baktı. Yaşlanmıştı gencecik. Usulca uzandı kanepesine, yastığa kafasını koydu. Dalmıştı.

  Ertesi gün erkenden kalkıldı, yataklar düzeltildi. Kahvaltı hazırlandı. İnanılmaz bir kıpırtı vardı içlerinde. Her an buz sarkıtları ile dolu küçük tahta çerçeveden tanıdık biri görünebilirdi. Beyaz hiç bu kadar güzel görünmedi gözlerine. Hiç konuşmuyorlardı. Gözleri birbirlerine anlatıyordu zaten. Nereden ellerine geçti kim getirdi bilmiyorlar; kocaman kapaklı dergide deniz dedikleri kocaman masmavi bir tarla görüyordu. Tarlanın üzerinde kocaman tekneler nokta nokta beyaz, lacivert rengarenk. Onlarla beraber güneşi selamlıyor, o mavi arsanın kokusunu, tadını, ıslaklığını hissetmeye çalışıyordu. Aklında hep babasının kirli sakalı vardı uykusu geldiğinde kucağında oynadığı. Hatırladı o sabah göreve giderken kendisine söylediklerini;


-Oğlum bir millet kin ve öfke duyarsa içinde kendini sevmiyor ve saymıyor demektir. Öldürmek veya öldürülmek seçtiğin tarafla ilgili değil aslında, yaşadığın kadarla ilgilidir. Sen sen ol değer verdiğin şeyler için savaşırken dik dur her zaman.
İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler.” Alıntı


 O zamanlar ne demek istediğini tam kavrayamamış, bu işi babasının yapmak zorunda kalmasını anlayamamıştı. Ama yıllar ona, bu işi birilerinin yapması gerektiğini öğretmiş, kendisini babasız bırakma gafletini affedememiş, bu ne yaman çelişki ki  babası ile gurur duymayı sevmişti.


18 Temmuz 2013 Perşembe

İnsanın Üç Hali

Bu hafta, kafamdakileri ne kadar düşünsem de,  bir yazı formatına uyduramadım. Öyleyse dünyanın en güzel , en anlamlı yollarından biri ile anlatayım dedim, şiirle……..
İNSANIN ÜÇ HALİ
Kulağıma  dayadığım deniz kabukları,
Gökkuşağını görme telaşım,
Toprak kokusunun, insanı, mezara çekme korkusunu bile bastırıyor.
Etrafımda görünmeyen bir silüet ,
Takip ederken beni umurumda mı ki ölmek
Sevmek başkasının hayatını yaşamaksa
Kocaman bu karanlığın sonu,  aydınlık mı
Lavantaların, ortancalara yetişmeye çalıştığı
Aşık olamayan Leyla, ne derece barınır bu bahçende
Elinde tuttuğun makber Şairin mi*
Dile gelmiş ama uçamaz fırlatsan bile.
*(Abdülhak Hamit Tarhan’nın eşine yazdığı şiir)

SAATİN KAYGISI
Kavga ediyorlar,
Muhabbet ederek sevişiyorlar
Çocuk eğlendiriyorlar
Öpüşüyor, resim çektiriyorlar
Deniz, mevsime karışmış
Köpekler aylaklanıyor.
Boş zaman bu, nasıl geçtiği kimin umurunda ki




HAYAT
Hatırlayamadıkların hatırladıklarından daha iyiyse
Yeni seçimler daha mı doğru
Yaramaz bir oyuncak pil yiyen
Bitse de olur bitmese de

Sek sek de oynarız kiremitle ne olur ?

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Sivil İtaatsizlik ve Çiçek Devrimleri

 Bazen insanlar içinde bulundukları durumları sadece kendilerinin başına geldiğini düşünür. Halbuki biraz tarih ziyareti ve biraz da internet gezintisiyle bu durumların aslında,  defalarca yaşandığını gözlemleyebilirsiniz. Kısa kısa alıntılarla, üç boyutlu devrimler. Medya, ,iktidar ve halk.
 Karanfil Devrimi, adından da anlaşılacağı üzere, darbeyi yapan askerlerin, tanklarına ve silahlarının namlularına, karanfil takarak, özellikle şiddet kullanılmadan yapılan bir darbedir. Portekiz'de 25 Nisan 1974 günü, diktatörlük yerini, demokrasiye bırakmıştır. 24 Nisan 1974 tarihinde, Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz'i temsil eden Paulo de Carvalho'nun E depoi do adeus isimli parçasının çalınmasıyla başlayan devrim, halkın sokağa çıkma yasağına rağmen, sokaklara dökülmesiyle devam etti. Lizbon Çiçek Pazar’ında bol bulunan karanfiller, devrime ismini vermiştir. Devamında Başbakan Brezilya'ya kaçtı.
 Yasemin Devrimi, Ülkede yaşanan siyasi kirlilik, işsizlik, yüksek gıda fiyatları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının getirdiği dayanılmazlıklar, Tunus’u kaynatmıştır. Bu protestolar ise, 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin , 14 Ocak 2011'de ülkeden kaçmasıyla sonuçlanmıştır. Fitili, Kasım 2010'da, meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezununun, satış arabasına, polisin el koymasından sonra kendini ateşe vermesi ateşlemiştir. Ülkenin milli çiçeği, yasemin olduğundan, bu devrim de, böylelikle bu isimle özdeşleştirilmiştir. Aynı zamanda Twitter Devrimi ya da Wikileaks Devrimi’de denir.
 2011 Mısır Devrimi, Yasemin devriminin akabinde, aynı sebeplerden başlayan gösteriler, 11 Şubat 2011 tarihinde Mısır cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek istifasına neden oldu. Ülke dışından gelen desteklerle beraber, yaşanılan değişimlere internet ve sosyal medya üzerinden, tanıklık artınca, neredeyse, dünyanın gözü önünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple, sınırlandırılmaya çalışılan sosyal medya, cep telefonu  iletişiminde kesintiye kadar gitmiştir. Yıl 2013,bugün ise, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin, ülkenin ikinci bir devrime sahne olmayacağını vurgulaması ve muhalefetin erken seçim önerisini reddetmesiyle, sivil itaatsizlik tehdidi ile karşı karşıya.
 Bir örnek daha, İran’da, Haziran 2009’da Ahmedinejad’ın, Cumhurbaşkanı olmasını protesto eden protestolar, 2010’a kadar sürmüştür. Ancak Ahmedinejad,bu olayların bir komplo olduğunu, bu küçük oyunlarla asla istifa etmeyeceğini açıklamıştır. Protestocular şantaj ve tutuklamalarla susturulmaya çalışılmış, aksi halde polis gücü kullanılmıştır. Görevi Haziran 2013’te seçimle devretmiştir. Göreve gelen Hasan Ruhani’nin modern yaklaşım politikaları merakla bekleniyor.


02.07.2013

27 Haziran 2013 Perşembe

Ütopya

ütopya.png

Sizi, elinize bir kalem ve kağıt almaya davet ediyorum. Ama tamir edilecekler, eve alınacaklar, çocuğun okulu için ödenecek taksitler, ya da unutmamanız gereken önemli günler için değil. Ütopyanızı yazmanız için. Evet hala, aksini iddia eden hipotezler öne sürülse de, yaşadığınız sadece bir ömür var. Bu hayatta yapmayı,  en çok istediğiniz bir şeyi yazmanızı istiyorum. En üste büyük harflerle, bunu yazdıktan sonra,   altına da bu ütopyayı, gerçekleştirmek için,  yapmanız gereken şeyleri sırasıyla maddeleştirin. Devamına, sizin, bunlardan, hangilerini, yapabileceklerinizi, -öyle ya aranızda bu ütopyayı,  çok uçuk kaçık tercih etmiş  olanlar olacaktır eminim-seçin. Buraya kadar gelebildiyseniz, öncelikle sizi, tebrik ederim. Çünkü, halihazırda, şişeden çıkan cine bile, bir hayal söyleyemeyecek kadar, robotlaşmış hayatlar yaşayan, insanlar var, aramızda. Ya da,  o kadar çok hayalim var ki, deyip kararsızlıktan,  kalem elinizde,  bir sağa bir sola sallanmaya başladıysa, o zaman, bir başka kağıt alın. Önce, bu hayatı yaşamakla, kimlere faydanız olduğunu yazın. Bunların içinde siz var mısınız ? Bir çizgi çekin yaprağa,  boydan boya, bunun ömrünüz olduğunu hayal edin. Ve yaşınızın olduğu yere, bir çizik atın. Geçmişten satın alamayacağınıza, geriye de dönemeyeceğinize göre, geleceğe sığacak kadar,  elle tutulur yapılacak emeklilikten başka! ne kaldı elinizde. İşte geri kalan, o son gün ile yaşınızın olduğu yere kadar çizdiğiniz çizik ile arasındaki mesafe, gördüğünüz kadar kısa aslında. Şayet onun içini geçmişe bakmadan, yaratılacak bir hayatı yaşamayarak doldurmayı arzu ediyorsanız, bir an evvel hayatı başkalarının istediği gibi değil, kendi istediğiniz gibi tasarlamayı deneyin.
Nasrettin Hoca ‘nın dediği gibi;
Bir gün Hoca’nın evine hırsız girer. Hoca. eve gelen komşuların; keşke anahtarını değiştirseydin, keşke kıymetli eşyalarını da yanına alsaydın….. gibi eleştirilerini  dinledikten sonra,  yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok der.
Sorgulamak adına, yapabileceğiniz her şey, aslında, ütopyanızı gerçekleştirebilmeniz için, bir basamaktır. Yaşamak, öylesine geçiştirilemeyecek kadar, ince bir sanattır.
Düş gördüğün sürece kurtulmanın bir yolu bulunur. Paul AUSTER

19 Haziran 2013 Çarşamba

Komünist Manifesto mu, Öfke mi, Narsizm mi ?

Öfke, kalp atışında hızlanmaya, adrenalin düzeyinin yükselmesine, beyne giden oksijen oranının artmasına neden olur. İşte tam da bu sebeple, öfkeyi yönlendirebilenler için, bu işyerinde olumluluğa ve başarıya, özel hayatında ise sürekli mutluluğa neden olabilir. Peki ya aksi haller,  işte bu haller filozofların üstünde durduğu öfke kontrolü ve sebeplerini popüler bir konuma getirmiştir. Artık çoğu kurumsal işyerinde, öfkeyi stratejik olarak kontrol edebilen yöneticiler gözdedir. Kalifornia Üniversite’sinden Berkeley’in dediği gibi “Öfke duymak, hedeflerimize ulaşmamızı kolaylaştırır”
 Öfkeyi, kışkırtma sonucu insanların verdiği tepkiler olarak değerlendirdiğimizde ,  herkesin farklı tepkiler ile öfkesini göstermesi beklenecektir. Önemli olan neden, ne zaman öfkelendiğinizi, tam olarak tespit edebilmenizdir. Bu araştırmalar için İngiltere’de Öfke Birliği adı altında bir kurum oluşturulmuştur. “Tespitlere göre insanların öfkeleri doğrultusunda  birleştirici oldukları ve toplu eyleme geçtikleri görülmüştür. Mahatma Gandi, Nelson Mandela, ve Malcoml X öfkeyi can yakmak için değil, acıyı gidermek için kullandıklarından dolayı liderdiler. Tausch(Journal of Personality and Social Psycology)’ye göre”Protesto eylemlerinde görüldüğü gibi öfkenin ifadesi, sisteme karşı yöneltilmiş bir tehdit olarak değil, sağlıklı bir demokrasinin işareti olarak değerlendirilmelidir”. Alıntılar New Scientist 09 şubat 2013
 Narsizm  içinde bulunan insanın ise, öfkesini kontrol altında tutabilmesi imkansızdır. Aşırı düzeyde bir kibir, gerçeklikten uzak bir düş gücü ve başkalarını yoğun biçimde kıskanma olarak tanımlayabileceğimiz bu kişilik bozukluğu, öfke kontrolünü imkansız hale getirebilir.

 Yaşadığımız olaylar göz önüne alındığında, öfke kontrolünün ne kadar önemli olduğunu, tarih, bir kez daha ortaya sermiştir.  Uçurumdan yuvarlanmış bir kar topu misali, gittikçe büyüyen küçük kartopları düştükleri yerlere zarar verecek boyutlara gelmek üzere, giderek büyüyorlar. Aldıkları enerji  sınırsız bir öfkeden geliyor. Ancak görüldüğü üzere birleştirici ve çözümleyici bir odaktan gitgide uzaklaşılmaktadır. Uzaklaşan kıyıların tekrar bir araya gelebilmesi, yeni akıntılara ve rüzgarlara bağlıdır. 

13 Haziran 2013 Perşembe

Hayat Pazar Yeri

“Başkalarında rahatsız olduğumuz herşey, kendimizi anlamamızı sağlar.”Carl Jung
 Yolun ortasında duruyordum. Zaten pazar yeri olduğu için, oraya arabasını sürecek kadar, cesaret sahibi şoförler geliyordu bir tek. Sadece çocuklar beni fark ediyordu. Meraklı bakışları altında, onlara gülümseyerek baktığımda, önce yanı başlarındaki ebebeynlerine bakıp, daha sonra bana verdikleri kaçamak gülümsemeler ya da somurtmalar görülmeye değerdi.  Sadece miniklerin gördüğü bir hayalet gibiydim. Herkes o kadar meşguldü ki kendi işiyle. Zararına satılan karpuzlar adet üç TL , kokusu burunları çağıran mısır koçanları, hele salkımıyla, kokusu çileğe karışan domates, seni, ekmeği peyniri kapıp orada oturmaya davet ediyordu. Biraz ötede, uzun, beyaz saçlı, harley motorlu, yetmişlik genç, motorun yanındaki, şık, deri çantalara sığdırmaya çalıştığı sebzeleri ile karizmayı ne kadar zedelediğinin farkında veya umurunda değildi. Orada herkes, aynı ayara gelmişti, kim olursa olsun.
 Çığlığa kafamı kaldırdığımda, bebek arabasındaki, haylaz çocuğun, büyük bir ihtimalle, ev hanımı olduğu belli, -hafif şişman, saç baş dağınık, üstü başı acele giyinmiş kadın-, çocukların diğerinin elinden tutarken, arabadakini susturmak için iki tane kiraz attı önüne. Önce kirazları şöyle bir tarttı çocuk, ağzına atarak denemeyi tercih ettiğinde ise, mecburen susmuştu.
Gıcırtılı bir geçiş, etrafa bakınmadan,  sadece yola bakan, küçücük bir adam, kocaman engelli, otomatik arabanın içinde, diğerleri ile aynı, hayat pazarında.  Ama farklı engellerle, öyle ki diğerinin doğuştan var olan artıları ve kendilerinin bile farkına varmadıkları “hayat  avanslarına” sahip olmadan yaşayarak.  
 Sıcak tatlı kokusu, zaten acıkmış olan karnımı iyice burdu. Genç bir kadın, tesadüfen,  üzerine yönelttiğim bakışları, saçlarını sallayarak geçiştirdi, sıkıca tutarak yanındaki genç erkeğinin elinden. Renkli tezgahlardan alışveriş yapan bunca insan, eve gittiğinde, taze soğan kokularını da evlerine taşıyacaklar. Sorun kaçı aldıklarını, ağız tadı içinde, kaçı yemeği yarım bırakarak yiyecek.
 Hayat, pazar yeri, paran kadar alabildiğin ve tadına bakabildiğin, önemli olan bu pazar yerindeki gibi kararın demokratik, seçimin alternatifler içinde olabilmesi, kim, bozuk bir çileği tezgaha koyup, yüksek fiyata almayanı dövmeye cesaret edebilir ki ya da malı tezgaha koymadan satmaya çalışan ya da tezgahtaki malı sadece istediğine satan birini pazarda ister ki.

12.06.2013

10 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim'deki Gökkuşağı

Bertrand Russell’in; ”Eğer her uygar ülkenin çoğunluğu isteseydi, 20 yılda insanları köleleştiren, alçaklaştıran sefaleti, hastalıkların yarısını ve insanlığın yüzde doksanını zincire vuran ekonomik bağımlılığı ortadan kaldırırdık. Dünyayı, güzellik ve neşe ile doldurur ve evrensel barışı sağlardık.”



Gökkuşağı çıktığında, iki yakanın birleşimi sağlanmıştı. İki ayrı kara parçası,  rengarenk bir kuşakla bağlanmıştı. Ama iki ayrı kıta parçasında yaşayan insanlar birbirinden bambaşka idi. Bugüne kadar, kimse öbürünün ne istediğine karışmadı. Ama ne zaman diğeri onun ne yapıp yapamayacağına karıştı o zaman herşey değişti.  Artık gökkuşağını kullanarak, o tarafa geçip, özgürlüklerin, kendi dairesi çevresine çıkması için uğraşanları, o çemberin içine sokmak gerekiyordu. Durun, önemli bir nokta, yolda gözlerinin içine gelen suları hesaba katmadılar. Halbuki onlar konuşmaya geliyorlardı. Niye korktunuz ki ? Yüzlerine korku maskesi takmadılar, ya da korkunç replikler yok. Gözlerinizden anlıyorum. Tamam, sizi kalabalık mı ürküttü? Niye söylemediniz teker teker gelirlerdi. Siz çocuk musunuz ? Ortada bir sorun varsa ağlayarak ve vurarak çözemezsiniz ki. Çocuklarımıza bunu öğretmiyor musunuz ? Gerçi başa çıkamadığın zaman vur diyenler de var artık. Ama onlar su püskürttükçe, diğerleri daha çok çoğaldı, o suyla büyüdü. Ve şimdi de hiçbir yere sığmıyor. Sonuç ne olursa olsun, en azından kendi çevresine çizdiği ve gittikçe onu küçültmek zorunda olan taraf, diğer tarafa artık yeter demesini de bilebildiğini gösterdi. Bu, umutsuz bir sürü insana, bir umut verdi. Kendi aralarında, yıllardır konuşan ve çözüm üretemeden, üretmeden,  şikayet edip umutsuzluk yatağında yatan onca insan için, doğan gökkuşağının bu sefer renkleri daha belirgindi. Öyle ki din, dil, düşünce farkı gözetmeksizin,  insanların nasıl aynı amaç için bir araya gelebildiğini,  imkansızı bekleyenlere gösterdiler. Kazanım konusuna gelince amaç, o ruhun tekrar kazanılmasıydı bence, kazanımların en değerlisi. İnsanların ayrı ayrı kalıplarından çıkıp vatandaş olması, bunu hissetmesi, yolunda gitmeyen şeyleri düzeltmek yerine,  ahkam kesmenin zaman kaybına ve geri dönülmez yaralara sebebiyet verebileceğini, gördüğünü gösterdi.