27 Aralık 2012 Perşembe

2013,2012,2011,2010.....

 Neden ileriye gitmek artmak, çoğalmak, yükselmek, büyümek anlamına geliyor da, geriye gitmek azalmak, düşmek, küçülmek anlamına geliyor? Değişim, olumluluk mudur ? Yoksa sadece bir tarafın iyimserliği mi? Önemli olan kavramlar arasındaki uyumluluk değil. Vurgulamak istediğim, kavramların içindeki boşluktur. Bu boşluk ise, bilinmezden gelinerek, başka şeylerle doldurulmaya çalışılırsa, durumun vehameti kıyametin      ta kendisidir. 21.12.2012 kargaşası da, bu içi doldurmaya yarayacak elyaf malzemelerden biridir. Lütfen, kendimizi ve etrafımızı, yeni yılda daha çok sorgulayalım ki, bize gerekli olan asıllar dolaşsın etrafımızda, içi boş baloncuklar değil. Bu küçük nottan sonra bu yılın bana söylettiklerini anımsamak istedim sizlerle.
- Hayatın kendiliğinden gelme özgürlüğüne karşın, sonradan hapsolmuş hayatımızın içinde özgürlüğü keşfetmek, kaybedip bulduğumuz nice şey gibi sevindiriyor bizleri.
 - Ortada bir an önce toparlamamız gereken bir şeyler var, çorap söküğü gibi giydiğimiz kazak gitgide küçülüyor.
- Hayatın içine sığmayanlar, kitapların içine sığabilirler.
- Yalpalayarak giden at ya sakattır ya da hasta!! Nasıl olsa ölecek!! Eğer bunlardan hiçbiri değilse, neden hayatı, adı gibi yaşayamıyoruz ? Hemen bir ayna bulun ve yaşayanın siz olduğuna karar verin.
- Önemli olan da o zaten, boş versene sen, mutluluğu, değişiklikte arayanlar, hep başladığı noktaya dönen insanlardır.
- Bol bol resim çeksinler. Cansız hatıralar, zamanın en kuvvetli düşmanlarıdırlar.
- Acılar yalnız olduğunuzda çıkan hayaletler gibidir. Asla yalnız bırakmayın onu.
- Parmağındaki yüzük izine baktı. O bir selin bıraktığı yıkıntılara benziyordu.
- Kırgınlık, yapıştırılması gecikmiş bir vazoya benzer. İhtiyacın olduğunu düşünmediğinde yapıştırmak da gelmez aklına, içine çiçek bulduğunda ise, çiçek soluncaya kadar ya vazo yapışmaz, ya da yapıştırıcı bulamazsın.
- Gerçek sadece fotoğraflarda görünmeyen, ama değiştiğini bildiğimiz her bir şeyin  öldüğü ise, yaşam denen kabuğun içinde kalan sadece çekirdek midir ?Ölümden değil, yaşamdan korkmak lazım o halde; onun için cesaret ister asıl….
- Bu memleket insanının, öbür tarafta varsa, cezalarının hafifletilmesi, burada da erken emekli olması gerekir.
- Dağıtmadan hissettiklerini, harcamadan sağa sola, tek sözle özetle, bir namlunun kurşun fırlatması gibi.
- Hayatta dayanamadığım şeyler, kahvenin fincanda kalan köpüğünün, içilemeyen tarafı.
- Çocuğun, ilk kelimelerini anlamak için gösterilen gayret üstü çaba, niçin, aynı çocuk, sular seller gibi konuştuğunda saklanır.
- Bir daha yaşayamayacağın bir şey için  “ehhh  işte idare eder” demek delilikten başka nedir ki ?
- Ölüme üzülme, ölene acıma, ruhsuz yaşamak ne kötüdür ki onu düşün.
- Veda, sonu merak edilemeyen bir  filmdir.
- Güneşe bakıyorum, ama gölgede kalmış kısmım üşüyor.
Hoş geldin yeni yıl bırakacakların ve alacaklarınla.

25 Aralık 2012 Salı

Feminist Bir Anayasa, Bir Mayın, On Kız

Moğol istilasından ABD işgaline uzanan bir ülke, tarih; Ocak 2004, dünyanın en feminist Anayasası’nın kabulü ile kadın haklarının anayasal koruma altına alınması , kızların kocaya satılmasına, erkeğin aile içinde kadına hakimiyet kurmasına, zina ve fahişelik nedeniyle kadınların katledilmesine göz yuman bir sistemin ortadan kaldırılması. Anayasa ile tüm çocuklar için zorunlu eğitim şart koşuluyor. Önceleri Sovyet işgaline karşı, ülkedeki bağımsız feminist örgütlerin en eskisi olan RAWA(Afganistan Kadınlarının Devrimci Birliği), bir tepki olarak gizli okullar açmıştı. Kabul gören bir gerçeğe, göre okur yazar olan insanların, ancak haklarını koruma ve talep etme  istekleri ve zorlamaları olacağından, okur yazar oranını artırmak, işi tabana yaymanın anahtarıdır. Nitekim, Taliban yönetimi zamanında, eğitimin altı yıl süreyle tamamen durdurulduğunu düşündüğümüzde (sadece dini ve şeriat eğitimi dışında), ilerlemenin  ne masalsı bir yolculuk olabileceğini tahmin etmek, hiç de zor değil.
 Yıl Aralık 2012, Afganistan’ın birçok bölgesinde okul bile yok.  Olanların hala bir kısmında ise sadece dini eğitim verilmektedir. Bu, diğer hakların temininde ne kadar az yol alındığının bir kanıtıdır. Gerçi, çadırlarda bile eğitim vermeye gönüllü öğretmenlerin varlığı, her zaman göz doldurmaktadır. Ancak yaşanan uzun süreli kaos ve savaşlar eğitimde istenilen düzeye gelememenin sebepleridir. Güzellik başa beladır. Afganistan’ın sahip olduğu Türkmen doğal gazı , Rusya, Hindistan ve Çin ittifakına karşın jeostratejik önemi, onun medeniyet düzeyinde her alanda aslında geri bırakılmasının kaynağıdır.
 Şarbat Gula, hepinizin hatırlayacağı üzere, National Geographic dergisinin 1985 yılı Nisan  kapağında yayınlanan meşhur Afgan kızı, 2002 yılında başka bir Nisan ayında yayınlanmak üzere fotoğrafı çekildiğinde, önce veya sonra hiç fotoğrafı çekilmemişti. Sovyet- Afgan savaşı sırasında öksüz kalan bu kadın, Afgan direnişinin sembolü haline gelmişti. Olması gerektiği gibi. Her Afgan kadını gibi onunda film gibi bir hayatı olmuştu. Çoğu mülteci kamplarında geçen bu hayat, diğer kadınları da temsilen belgesel olarak da çekilmişti.
  Gülnaz ise çoğunuzun bilmediği, ismini bile belki duymadığı bir kadın 2012 Ocak ayında BBC den haberi çıkmış bu kadın, bu genç kız , kocasının kuzeninin tecavüzüne uğradıktan sonra kadın koğuşuna kapatıldı. Orada hamile olduğu anlaşılınca, ortaya işlenen suç çıktı. Polis Gülnaz’ı ve tecavüzcü akrabayı tutukladı. Afgan yasalarına göre “zorunlu zina” kapsamında  Gülnaz 12 yıl hapse mahkum oldu. Ama tepkiler sayesinde affa uğradı. Dışarı çıktığında ise törelerin, insanların acılarından daha önemli olduğu bu bölgede, eğer evine dönemezse yani tecavüz eden kişi onunla evlenmez ise veya yüklü bir başlık parası vermez ise, namusu temizlenmeyecek ve hayatı tekrar tehlikeye girebilecek olduğundan, ona başka bir hayat için  yardım toplandı.
 Seher Gül, yine BBC de haber olmuş bu kadın, 4500 dolara bir adamla evlendirilmiş, aylarca mahzende kilitli tutulmuş, aç bırakılmış, kocası ve kayınları tarafından işkenceye maruz kalmış bırakılmıştı.
 Bu örnekler, sadece basının ulaşabildikleri, ya diğerleri….Kapalı kapılar ardında, gözlerden uzak yaşanılanlar. Yıl Aralık 2012 , odun toplamak için, mayın dolu araziye gönderilen ,birinin mayına basması sonucu ölen, on kız çocuğu gibi, Nazım Hikmet’in şiirindeki gibi
 Ölü çocuklar büyümez


13 Aralık 2012 Perşembe

Bir Kadının Vasiyetnamesi



Bu satırları okuyorsanız, ve tanışmamışsak, benimle tanışma şansını kaçırmışsınız demektir. İnşallah buraya geldiğinizde artık; demem de hoş kaçar mı bilmiyorum. Beni görmek değil de,  hissetmek için ruh çağırmanız gerekebilir. Küçük bir vasiyetname ile benden sonraki hayatın en azından ben varmışım gibi devam etmesine yardımcı olmak istiyorum. Ne de olsa hayat devam ediyor.
 Çocuklarımın sevdiği yemekleri sık sık yapmanızı arzu ediyorum. İlk göz ağrı olan, lahmacuna bayılır. Ben de onlara fındık lahmacun yaptırıyorum ki daha çok kıyma yesinler. Terbiyeli köfteye ise ikisi de biter. Özellikle içine küp küp patates ve havuç koyarsanız parmaklarını da yerler. Mantı olmazsa olmazları olsun lütfen. Yalnız yoğurtsuz ! Ha bir de bol bol balık ve fırında soğan.
 Geceleri,  büyük kız babasıyla, ufaklık benimle yatardı. Onunla beraber yatma şerefine ererseniz, hazırlıklı olun uyuyuncaya kadar size “çeni çeviyorum ve iyi çeçeler” diyecektir. Ona sıkılmadan aynısını tekrarlayın, bazen yüzlerce kez söylüyor çünkü. Yanınıza mutlaka pelüş zuzu’yu alın. Onu uyutuyormuş gibi yaparsanız,  uykuya dalma süresi, biraz kısalabilir şanslıysanız. Yoksa ondan önce siz, uykunun geniş kanatlarına düşebilirsiniz. Büyük kıza gelince, mutlaka kısa kol tercih edin yatarken kendinize pijama olarak. Yoksa kolunu, kolunuzdan sokacağından, kazağınızın kolunu genişletebilir.
 Sık sık geniz akıntıları olur o yüzden, kışın bol bol deniz suyu spreyini ihmal etmeyin.
 Birbirlerine kızmalarına izin verin, ama asla küs durmalarına müsaade etmeyin. Küslük, süt gibidir. Bir kesildi mi; daha ne yoğurt olur ondan, ne de muhallebi.  Anılarını saklamayı öğretin. Onları, hayat telaşı içinde biriktirmeleri, aslında zamanın ne kadar çabuk aktığını hissetmelerine yardımcı olacaktır. Bol bol resim çeksinler. Cansız hatıralar, zamanın en kuvvetli düşmanlarıdırlar. Her ikisi de saatini tam öğlen on ikiye kursun ki, her çaldığında onlara birbirlerini ve günün yarıya indiğini hatırlatsın. Aslında ömrün.
 Her sabah, mutlaka kimseler uyanmadan erken saatlerde yürüyüşe çıksınlar. Dünyanın kendileri için döndüğünü, bu yüzden onu doyasıya yaşamaya, mecbur olduklarını hissetsinler. En çok sevdikleri parça ile ilk adımlarını atsınlar güneş doğarken. Yavaş yavaş aydınlanan gökyüzünü seyrederken, yeniden doğsunlar küçük bir bebek gibi. Ondan sonra küçük bir bebek olmamanın, ama genç bir kalbe sahip olmanın tüm nimetlerinden yararlansınlar.
 Günlük tutsunlar, sevdiklerini de sevmediklerini de yazsınlar, ama saklamasınlar ya da kilitlemesinler, kitaplıkta dursun, herhangi bir kitap gibi. Bir de not defterleri olsun, yanlarında taşıdıkları, her yıla ait. Geri dönüp üç yüz altmış beş gün mü yoksa ü ç y ü z a l t m ı ş b e ş gün mü ? Yaptıklarına bakarak değerlendirebilsinler.
 Her an müzik dinlesinler, kulakları hep çınlasın müzik, dünyadır.
 Yapacakları işi mutlaka sevsinler. Belki iş arkadaşlarını sevmeyebilirler, ama bu işi ve işyerini sevmemek için bahane olmamalı. Siz, onları hayatınıza kötü olarak dahil etmek istemezseniz, size kanserli hücreleri bulaştıramazlar. Etrafları bunlarla dolu olabilir. Derin nefesler alarak onları kafalarından uzaklaştırsınlar. Ama onları, sinirlendirmelerine asla müsaade etmesinler. Taşıdıkları makineyi, vücutlarını yıpratmasınlar. Ona çok iyi baksınlar.  Elde dikilmiş, has ipek bir elbise gibi. Asla onu gücendirmesinler, güzel şeylerle doyursunlar karnını. Bol bol balık ve sebze yesinler. Hiç tatmadıkları tatları, tatsınlar sık sık . Uzak ülkeleri müsaitlerse,  bol bol gezsinler, gezemeseler  de onların kültürlerini, dillerini öğrensinler. Arkadaş olsunlar onlarla. Dünyanın ne kadar kalabalık ve çeşitli olduğunu görebilsinler ki, ufukları hiç ulaşamayacakları yerde olsun. Etraflarında,  genelde hep onlardan,  daha kültürlü, yetenekli insanlar olsun ki hiç kendilerine yetemesinler,  hep üstüne ekleme ihtiyacı duysunlar.
Babanıza gelince. Onu çok sevdiğimi söylemek şu an için gereksiz. Bence sevgi yaşarken gösterilmeli, aksi takdirde ne anlamı var ki. Mutlaka, hayatına başka birinin girmesini sağlayın. Acılar yalnız olduğunuzda çıkan hayaletler gibidir. Asla yalnız bırakmayın onu.
 Ha birde mücevher kutusunun altında dört  tane büyük altın var. Unutmasınlar. Dar gün için mutlaka bir yerde para biriktirsinler. Ama kimse bilmesin. Onlardan başka.

28 Kasım 2012 Çarşamba

UZAK YAKIN ÖYKÜ

Savaş, kadınların ön saflarda karşı çıkması gereken bir şeydir. Bir şeydir. Çünkü sonucunda iki taraf da bir şey kazanmaz, ama her iki taraf ta bir şey kaybeder. Kadın, her savaşın verdiği onursuzluğu, aşağılayıcılığı, küçümsemeyi, hatta asker konumunda bile olsa,  yaşadığı cinsel tacizlerin yükünü taşır savaştan çok sonra bile. Evet bu sebeplerledir ki en önde karşı çıkanlarından olması gerekiyor savaşın. Bugünkü öykümüz yine hala ne sebeple çıkarıldığı bilinmeyen yakın savaşlardan birinde geçiyor. IRAK. Tarihteki tüm savaşlarda en büyük zararları gören hep çocuklar ve kadınlar olmuştur. Evet erkekler de öldü. Ama bazen ölmek, onursuzlukla ve aşağılanma ile yaşamaktan daha yeğdir. Birinci dünya savaşından, Hiroşima’ya kadar verilen kararların hepsinin erkekler tarafından verildiğini sayarsak, aslında savaşların ne denli büyük bir bencillik örneği olduğunu  daha net görebiliriz.
                                                                   ----------------
 Yıkık dökük bir harabeydi kaldıkları. Ayakta kalmak için direnen iki kadın olarak 7 çocuğun başında. Erkekler ya savaşta ölmüş ya da sokak çatışmalarının birine kurban gitmişti. Beş ve altı yaşındaki iki erkek onların tek koruyucusu olarak kalmıştı. Üzerlerine düşen görevi bilmeden altında eğildikleri o büyük sorumluluğun. Evin bir tarafı karagöz perdesi gibiydi. Serin havalarda yapıştırmaya çalıştıkları naylon branda yerinden kopup, her seferinde bir daha birleştirilemeyecek kadar yırtılıyordu. Aynı Amerikan askerlerinin Irak’a girmesinin, Irak’ta yaşama şartlarını daha da zorlaştırılması ve olmayan demokrasinin bile bir daha hiç kurulamamasının sağlanması gibi. Ama bütün bunlar kimin umurunda ki. Bayat ve küflenmiş ekmeğin bile yemek için bulunamadığı günlere gelmişlerdi. Artık herkes Kaddafi’li zamanları bile arar hale gelmişti. Durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, sokaklarda ölüleri kaldırmaya bile kimse tenezzül etmemeye başladı. Kadın ve çocuklar yaşama mahkum edildikleri için burada, ölüm, yaşam en yalın halleriyle her gün gözlerinin önünde bir dizi film oynamaktaydı. Yaşanan onca dram insanların artık masallarına ve hikayelerine konu olacak zaman bulamadığından, cümlelere sığmıştı. Tıpkı Zerivan’nın ki gibi. Onun hayatı da diğerlerinin ki gibi 2003 yılı öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktaydı. Evlenmek üzere olan genç bir kızdı o zamanlar. Ne evlilik hayali, ne mutlu bir yuva gerçekleşebilir artık onun için görünen o ki. Sokağa akşam yenecek yemek için bir şeyler bulmak için çıktığında yaşadığı kabus,  gözü kapalı görülebilecek cinsten bir şey değildi. Bu sokaklar artık tükenmiş bir şeyleri tekrar yaşatmaya çalışan bir avuç insan için açardı kepenklerini. Ortada ne alışveriş yapacak kimse,  ne de bunun için harcanacak para vardı. Ama insanlar bir süre ellerindeki değerli şeyleri takas ederek,  sonu biraz daha uzatmaya çalışıyorlardı. Özellikle güzel kadınlar başka şeylerle ücret ödemek zorunda bırakılıyorlardı. Bu çoğu zaman zorla ya da gönül rızası ile yapılıyordu. Zerivan da bunlardan biri idi. O yeğenlerinin karınlarını doyurmak için Amerikalı bir askerle anlaşmış, yiyecek karşılığında ona istediğini vermeyi kabul etmişti. Buna zorsunmuyordu. Ama her seferinde niye daha farklı olmadığı için isyan ediyordu.   Yine o gün çok soğuktu. İçlerinden en küçüklerinin 2 yaşındaki Yeğin ‘in ateşi çıkmıştı. Aslında hastalanmaları kadar doğal hiç bir şey olamazdı. Onlar aşıları takip edilen, yediklerinin içindeki fosfor ve demir miktarına kadar hesap edilen, özel doktorlara götürülüp, bilgisayar oynayabilen çocuklardan değillerdi. Öyle ailelere sahip değillerdi. Onlar aileye bile sahip değillerdi. Onlar çoğu kez aç yattıkları için midelerinin sesini ninni yapan çocuklardı. Büyüklerinin cezasını çekerken, asla geri dönüşün olmadığı yollarda bırakılan zavallılardı. Neler kaybettiğini bilemeden, neden kaybettiğini bilemeden, yaşamak zorunda bırakılan. Ve en acımasızı, hayatta kalmaya uğraşarak, bunların hepsinin en canlı kanıtı olarak yaşaması gereken. O gün ateşi iyice yükselmişti bir şeyler yapmazlar ise ölümünün kaçınılmaz olduğunu anlamışlardı. Yengesi belli etmiyor ama Amerikalı’ yı bulursa onun yardım edeceğini umuyordu. Zaten Irak’ta insanlar artık konuşmadan gözlerindeki acıyla, konuşmayı öğrenmişlerdi. Onun bir dili vardı kendine özgü, sadece oranın insanının anlayabileceği. Bir saat için de gidip gelmişti Zerivan. Ama Amerikalı’yı bulamamıştı. Sadece o değil yollarda da hiçbir Amerikalı’yı görememişti. Bunun iyi bir şey olduğunu düşünmek istiyordu. Ama onların şehri terketmesi aç kalmaları demekti. Sokaklarda rahat dolaşabilmek için erkek kıyafetleri giyip saçlarını kısacık kestirmişti. Aslında bu onun için ölüme bir adım daha yakınlaşmak demekti. Ama onun tek isteği evde bekleyen onca çocuğa yemek götürebilmekti. Bir hayat düşünün ki ne koca dırdırı yapabiliyorsunuz ne kibir, ne akşama ne yemek pişireceğinizi dert ediyorsunuz, ne de ödevlerin yapılıp yapılmadığını. Tek derdinizin hayatta kalmaya çalışmak olduğu bir kadın hayatından söz ediyorum. Temizlik deseniz hak getire. Bazen es keza çamurlu akan sular,  her yanından su akan bakır leğenlere dolduruluyor. Bazen de oluklardan akan yağmur suları biriktirilerek, açık havada parça parça yıkanılmaya çalışılınıyor. Beğen al her yer tuvalet zaten. Yengesinin ve kendisinin gayretleri bazen düşündükçe, kendisinin bile midesini bulandırıyor. Herkesi tek bir hapla bulabilse o an öldürmek istiyor.
 Bir gün Amerikan uçaklarının birinden atılan gazetelerden o şaşalı evleri ve caddeleri gördüğünde, böyle yerlerde yaşayan insanların da iki ayaklı ve iki gözlü insanlar olduklarını hayal etmişti. Birbirinden bu kadar uzak iki yaşamın, aynı dünya üzerinde olduğuna inanmak kendisi için inanılmaz güçtü.
 Ufaklığın ateşi 39 olmuştu. İki saattir soğuk su ile alnına kompres yapıyorlar ama üç saat önceki düşme tepkilerini artık alamıyorlardı. Ateşten gözleri fal taşı gibi açılıp sonra ölü bir hayvanın ki gibi soluklaştı. Yengesi ağlamıyordu. Daha önce de üç çocuğunu kaybetmiş biri olarak bu işe alıştığını düşünebilirdiniz. Ancak o kadar metanetli bir kadının bile aslında incecik dallar ile hayata tutunduğunu ancak Irak gibi talihsiz bir ülkede görebilirsiniz.
 Gün döndü ve akşam oldu. Burada, akşamlar gündüzlerden çoğu zaman daha hareketlidir. Her daim kafanıza bomba yağacağını düşünmek, zar zor bulduğunuz yemeği bile bu tehlike altında yemeye çalışmak en korkuncu da, her an bu tehlike ile ya isabet ederse korkusu ile yatak dediğimiz o komik şiltelere köpek yavruları gibi yatıp ısınmaya çalışmak gerçekten bir trajedi. Karşıdaki bu zulmü yapan tarafın, insan olamayacağını düşünmeye başlarsınız. Bir insanın diğer bir insana bile bile bu zulmü yapması sana inanılması güç gelir.  O gece yiyecekleri son iki paket gofretten birini yiyeceklerdi. Öyle ya Amerikalı ortada olmadığına göre belki de geçen seferki alışveriş, son alışveriş olmuştu. Bir insan kendisini ve yakınlarını hayatta tutmak için neler yapabilir. Ona ruhu ne izin verirse. Bunu ayıplamak ya da yargılamak için önce kadın olmak gerekir ya da açlıktan çocuklarının gözlerinin önünde eridiğini görmek.
 Gece yarısı olmuştu. Şehir uykuya dalmıştı. Sinsi bir uyku, pusuda her an ayağa kalkabilecekmiş gibi, sırtında silah, yarı gözü açık uyuyordu. Sabahleyin geçen uçakların attığı kartlardan bugünün Yani Aralık ayının üçüncü haftası son Amerikan birliklerinin de ülkeden çekileceğini bunun  için bir tören düzenleneceğini yazıyordu. Savunma Bakanı , ödenen bedelin yüksekliğine rağmen, ABD işgalinin bağımsız, özgür ve egemen bir Irak Devletine hayat verdiğinden bahsetti. Irak cumhurbaşkanı Maliki törene katılmadı.
 Zerivan’nın uzaktan izleme cesaretini gösterdiği bu tören sırasında,  küçük bir orkestranın çaldığı müzik onu, bir zamanlar petrol den önceki Mezopatamya’ nın tütün, arpa, buğday, mısır, pirinç ekili tarlalarına götürdü. Kara altının ülkesine yaptıklarına lanet etti. O sırada bir zamanlar ülkesinin her tarafında görebildiği hurma ağaçlarından sağ kalabilen birinin üzerinde ufak Yeğin hiç ölmemiş gibi gülümsüyordu.

10 Ağustos 2012 Cuma

ÇIKIŞ

Bu hafta ne yazacağımı gerçekten bilmiyordum. Ta ki yazıyı yayına verme saatine kadar ellerim klavyenin üzerinde dokunacak tuş aradı. Aslında aradığım harfler değil duygulardı her zamanki gibi. Bitmiş bir hikaye yazmak istemiyordum. Başlayacak ya da devam eden bir hikaye yazmak istiyordum ki Bilim ve Teknoloji dergilerinden birinde bir haber gördüm.

 Konu; Zeka !!!!!İnsanların onu nasıl kullandığı, ne ölçüde zorladığı senelerdir bilim adamlarının aklını kurcalamış, yüzyıllardır bu konuda testler yapılmıştır. Çok uzun bir süre, kadınların ortalama olarak erkeklerden beş puan geride dendi. Bu durumun genetik farklılıklara uzandığı düşünülüyordu. Fakat bu yıl kadınların IQ’ su,  ilk kez erkeklerden yüksek çıktı. Der Spiegel dergisindeki bir haberde, cinsiyet farklılıklarından kaynaklanan makasların, yaşam koşulları nedeniyle yıldan yıla kapandığından bahsetmiş. Kadınların yaşam koşullarının gitgide zorlaşması ve bunun doğal bir aktivasyon haline gelmesi ile beden ve zihin buna ayak uydurmak için kendini sürekli yenileme ihtiyacı duymaktaydı.

 Bu güzel haberlere bakarak, kadının   yerinin matematiksel olarak gitgide büyüdüğünü görmek memnuniyet verici. Peki kaç erkek evde para kazanan, evinin geçimini sağlarken,  çocukları ile başka birine gerek kalmayacak şekilde ilgilenen, evin ihtiyaçlarına çakılacak çivilerinden, kışın kullanılacak domatese kadar düşünen, sabah unutulmaması için akşamdan hazırlanan okul kitaplarına varıncaya kadar hesap eden bir kadını söz konuşma sırasına gelince ikinci plana itmez ? Emin olun ki en modern erkek diye tabir ettiklerimiz bile kadına kendi önyargılarını yansıtmadan davranamaz. Erkeklik içgüdüsü, bencillik, tahammülsüzlük, karanlık egoları, incinmez tarafları bu yüzden ağlayamamaları, anneleri, mavi patikleri……yüzlerce sebep yüzünden böyle davranabilirler. Yazık ki kendileri bile niye öyle davrandıklarını sınıflandırmalarını istesek yapamazlar eminim. Duygularını ifade etmekte zorlanan bir insan(cinsiyet belirtmiyorum)karşı tarafın duygularını anlamak için göstereceği çabayı otomatik olarak sınırlıyor. Neden her tartışmadan sonra “keşke” deniyor. Halbuki o küçücük memeli bir zamanlar yirmi tonluk gövdeleri ile dinozorlarla boy ölçüşemeyecekken, dinazorlar  milyonlarca yıl önce yok olmuşken kendisi şimdi tabiatı yönlendirecek pozisyonda. Ne acınası ki en basit duygularının bile önüne geçemiyor. 

 Nedense bir erkeğin diğeri ile evlenmesinin dikkati çeken yanı hep işin cinsel boyutu oluyor. Kimse aslında mıknatısın iki ucu gibi, iki ayrı cinsiyetin bir araya nasıl gelebildiğini, bu ilişkinin sapkınlık yönü dışında kadının rolünü üstlenmiş erkeğin neler hissedebildiğini sorgulamıyor.

 Kadın, terazinin dengesini kendi tarafına çevirmek için yıllarca uğraştı. İlgili tüm araştırmalarda belirtildiği üzere  iş dünyasında, politika sahnesinde, müzik alanında  gitgide söz sahibi olmaya başlayan kadının, aynı zamanda diğer işlerini de devam ettirmeye yönelik verdiği çabayı kimse yadsıyamaz. Çoğu kendi zamanından çalar ya da uykusundan. Asla geri dönüş beklemeden.

   İşim gücüm budur benim,
   Gökyüzünü boyarım her sabah,
   Hepiniz uykudayken.
   Uyanır bakarsınız ki mavi.
                               
Orhan Veli’nin en sevdiğim şiirinde dediği gibi. Kim demiş erkekler, kadınlar kadar romantik olamaz diye. Neden bu kadar şairimiz erkek o halde. Duygu yüklü onca filmin yönetmeni de bir erkek.

 Hepimize ayrı bir dünya olamaz. Aynı bulutların ve gökyüzünün altında yaşlanmaktayız. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. Bir kadının söz sahibi olması için para kazanması gerekmediğini tüm Avrupa ülkeleri çoktan aştı. Geriden gelme kavramını tanımını yeniden yapmamız gerekir. Biz henüz “kadının işi çocuk bakmak” kavramındayız. Her işini Allah’a bırakıp çözme eğiliminde bir millet olarak en azından kadınlar bu işin kendiliğinden olacağına olan inancı yıkmalı, alışkanlıklarını biraz olsun bırakıp, gelecek için ,  çocukları için rahatından olmalı. Hiçbir şey değişim isteyen bir akıntının önünde duramaz. Bireysel olarak yapacağınız her eylem, sarfedeceğiniz her söylem biraz daha fazla tahammülle katlanabilir olacak. Ama öncesinden daha az üzücü olmayacaktır. Ama ya kazanabildikleriniz ihtimali. Hiç kimse varolan giden bir düzenin bozulmasını arzu etmez. Alışkanlıklarımızdan iyi veya kötü işte bu yüzden kurtulamayız. Birbirimizi rahatsız etmemiz gerekiyor ise biraz edelim. Sıcaktan ve nemden  rengi kaçmış gömlek üzerimize yapışmışken soğuk bir havada kartopu oynadığınızı hayal etmek bu sıcak memlekette ne kadar zor olabilir. Madem ki mevcut durumda zaten katlandığınız nice şey size acı vermiyor ve yaşamaya devam ediyorsanız aksi kimin umurunda.

Napolion’un dediği gibi “Korkmanız gereken sizinle aynı fikirde olmayanlar değildir. Asıl, sizinle aynı fikirde olmadığı halde bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan korkun.”

HAYAL BALIĞI

Vitrinin üzerinde duran ,tamamı camdan mavi melek balığı kızım tarafından  çizgi filmdeki, hayalleri gerçek yapan hayal balığına benzetilmişti.
-Anne bu hayal balığına benziyor !
-Evet kızım doğru zaten hayal balığı.
-Neden ?
-Bizim de hayallerimiz var çünkü.
-Neden ?
-Peki senin hiç hayallerin yok mu ?
-Ben Deniz Kızı olmak istiyorum. Bir de Tinker Bell gibi havalarda uçabilmek.
-Bak gördün mü işte bizim de hayallerimiz var senin gibi .Biz de şimdi senin tam eksikliğini kavrayamadığın barışı,mutluluğu hayal ediyoruz kızım.
Şaşkın bakışlarla bana bakan kızımın kafasını biraz karıştırdığımın farkındaydım. Önce benim hayallerim olması biraz tuhafına gitmişti.
-Neden bu kadar şaşırdın biz büyüklerin hayalleri olamaz mı?
-Anne siz büyüksünüz.Her istediğinizi yapabilirsiniz.
-Peki anne ben de büyüyünce hayallerim olacak mı ?
-Eğer benim gibi kalbinin ufacık bir köşesinde bir çocuk saklayabilirsen olabilir.
-Gerçekten mi?
-Evet öyle olmasaydı  ben seninle nasıl yataklarda zıplardım,  bahçede saklambaç oynayabilirdim ,seninle dans edebilirdim, içimdeki küçücük yerde sakladığım çocuk olmasa ,hayallerim olmasa ……..
Artık gözlerinde bir parıltı vardı.

NERGİS

  Yalınayaktı, paçası sökülmüş incecik bir penye sadece tenini örtüyordu soğukta.Hasta olmuyordu. Allah dağına göre kar vermişti. Sabah ekmek ve birkaç yumurta almak için çıkmıştı yola. Küçücük boyundan büyüktü somun ekmek,omzunu kaldırmak zorunda kalıyordu. Yol, çimento tırlarının ağırlığından çökmüş,yerini akşam durmadan yağan yağmur doldurmuştu .Batmıştı ayakları ama umrunda değildi elbet ekmekti derdi onun eve götürmek.
  Evdi, hayvan pisliklerinin güneşte kurutulmasıyla elde edilen sözde tuğlalardan yapılmış,yıllar önce bir kireç görmüş yüzleri. Köpek vardı bahçede karnı hep aç gezen ama evden ayrılmayan. Zayıflıktan çakala benzeyen..Atlıyordu çocuğu görünce üzerine aç ayı oynamaz atasözüne inat. Çocuk hala uğraş vermekteydi ekmek için.Neyseki az kalmıştı.
 O gün babası da evdeydi.İki haftalık bir nakliyeden sonra tekrar yükleme yapmak için gelmişti akşam gecenin ikisinde. Özlemişti babasını,beraber kahvaltı yapıp yanına oturacak şımarıklık yapacaktı biraz da morali iyiyse babasının.
 Annesi yoktu Kader’in halaları bakıyordu onlara babaları varken tabi. Genelde dokuz yaşındaki ablaları ikisine de bakardı. Çay yapmıştı küçük kadın abla,iri iri zeytin gözleri vardı tabaktaki üç beş zeytin gibi. Onca bakımsızlığa rağmen al al yanar yanakları soğuktan.Mutfağı yoktu çünkü evin. Dışarıda, bahçede pişiyordu yemekler. Yerde heryeri kıvrılmış gri bir sini duruyordu.İçeride ağır bir nefes kokusu vardı.Aynı odada yatıp kalkıyorlardı. Kilimlerin üzerindeki pamuk şilteyi komşuları vermiş, betonun soğuğunu biraz olsun kesmişti.
 Baba küçük kızı kapıda görünce,başını hadi der gibi eğdi.Küçük kadın kardeşinin ayaklarını taşbezi ile silmiş,biraz da mıncıklamıştı..Sofraya oturdular üçgen şeklinde,üçü de birbirlerine birşeyler sormak istiyormuş da çekiniyormuş gibi yapıyorlardı.Sessizliği bozan Kader oldu;
- Babacığım bu sefer hemen gitmesen olmaz mı?
 Küçük kadın her seferinde sen karışma babana der. Ama ondan daha çok arzulardı babasının onlarla kalmasını. Babası onlardan biriydi çünkü.Onların kötülüğünü düşünmeyen, onları sahiplenen.
 Baba üzgün cevap verdi kızına.
-Tamam kızkom olur.
 Anlayamamıştı. Küçük kadın, madem onlarla kalacaktı bunca zaman sonra niye bu kadar mutsuz söylemişti babası bu haberi. Kader ise mutluluktan uçacaktı yemeği filan da unutmuştu o andan sonra..
  Hala gelmişti onlar kahvaltıdan kalkmadan.Sinirle girdi içeri. Aylardır evin kirasını vermediğinden yakınıyordu babalarının. Kimlerle yiyip içiyordu bu paraları.Babam cevap vermek istemedi Kader’in şaşkın bakışlarının önünde.Çekti kolundan dışarı çıkardı onu atarcasına. Bundan sonra da hiç vermeyeceğini söyledi. Ne istiyorsa yapsın dı öyle ya tek odalı bir ev için ne istiyordu ki daha.Köpek bizim tarafımızda havlıyordu aç aç.
 Kalın kaşlı,kapkara bir kadındı halası. Gençliğinde de güzel değilmiş şimdi de öyle.Kendi çocuklarının çirkinliği yüzünden hiç sevmemiştir kardeşinin çocuklarını.Kendini adam yerine koymayan bir kocası var alkolik. Çirkin olduğundan ona varmaktan başka çaresi kalmamış, bunu kendine dert etmemiş bir kadındı. Para en büyük meşgalesi olmuş onu nereye bile harcayacağını bilmeden biriktirmek için anasını bile satar hale gelmişti.
 Tekrar içeri girdiğinde küçük kadın sofrayı toplamış. Kardeşinin saçlarını topluyordu.Onları seyrederken hayatlarının kilometrelere sığmadığı,ölmeyi bile düşündüğü yollarda onlar için çabaladığını düşündü.Ama olmuyordu. Nakliye şirketi içki içtiği gerekçesiyle işine son vermişti. Bir daha kendini yollara da vuramayacaktı.Kızlarının çaresizliği hep gözünün önünde olacaktı, işkence gibi. Küçük kadın omuzuna dokunmuş onun ne düşündüğünü biliyor gibi teskin etmeye çalışıyordu.
  Bıçak sırtında hayat dedikleri bu olsa gerek diye düşündü. Mucize aramaya çalışmamalı onların bu hayat şartlarında hala kalplerinin atıyor olması bile en büyük mucizeydi. Bir an bunun bile bir nimet olduğunu düşündü. Ama gözlerini açıncaya kadar.....
  Bir çimento fabrikası sahası yakınlarında yaşıyorlardı.Yol hızla geçen lüks yönetici arabalarının mecburi yönüydü. Arabadakiler, her gün gördükleri bu manzarayı fabrika kapısına kadar görüp orada da unutuyorlardı. Sadece birkaçı burada nasıl hayatlar yaşandığını aklından geçirir. O da içinde bulunduğu durumun rehavetini tatmak içindir çoğu zaman.Melanet yokluktandır, polis çıkmazdı mahalleden. Oysa araba ile yarım saat bile değil sahil kenarındaki balık restaurantları, bar cafeler..... Görünmeyen bir çizgi vardı. Birbirinin tarafına geçirmeyen hiçbir şeyi.
  Kader değildir ama küçük kadın farkındadır çizginin öbür tarafının. İki mor,biri yırtık biri ezilmiş iki koltuklu küçücük berberin çırağı da. Kırık camdan göz atar ona bakkala giderken arkada buluşalım diye. Söz vermişlerdir birbirlerine bir yolunu bulup kurtulacaklardır çimento tozundan. Çırak zeytin dalı gibi zayıf, soluk benizli,  kirpikleri gözlerini solda sıfır bırakan delikanlıdır.
 Kız çoktan beridir kaçmak için plan yapmakta, ancak kardeşi bir hayalet gibi gözlerinin önüne geldiğinde ona kıyamamaktadır. Her kaçışın içinde bulunan esaret, gizliden gizliye elini kolunu bağlamış,  ama içinde büyüyen çiçeği sulamaktan başka bir işe yaramamıştır.
 Geç vakit babası söz verdiği halde ortalıkta görünmüyordu. Kader onu sayıklayarak şiltenin üzerinde minik elleri bacaklarının arasında sızmıştı. Küçük kadın biraz sonra haykırarak birinin bahçeye girdiğini duydu. Gelen bulaşıklara çarpmış, şangırtılar aç köpeği uyandırmıştı.Kaderi uyandırmadan şiltenin üzerinden uyuşmuş ayaklarını kaldırmaya uğraştı. Kapıyı açmasına gerek kalmadan babası kapı denen nesneyi iterek kırmıştı. Buz gibi hava içeriye değil yüreğine doldu küçük kadının. Donmak üzere olduğunu hissetti.
  Babasının her yeri kan içindeydi. Kavga etmişti. Ya da alkolden arabanın altında kalmıştı.Kim bilir ! Bu arada ne yapması gerektiğini düşünüyor. Kapıya yığılan babasını nasıl içeriye  alacağını kestiremiyordu. Neyse ki Kader hala uyuyordu. Belli ki çimento tırları onu gürültüye iyi alıştırmışlardı.Bir süre sonra babasının ılık su ile yaralarını temizlemiş. Sayıklamalarını dinlemekteydi.
-Hayır kızımın kaderi benim gibi olmayacak ona dokunama…...gibi
 Anlam verememişti. Ardından cama atılan taş sesleri duydu. Camdaki kumaşı araladığında berberin çırağını gördü. Babasının sızdığından emin olduktan sonra bahçeye çıktı.Berber çırağı;

-Hemen buradan kaçmalıyız yoksa sana kötü birşeyler yapa.......
 Kız neler olduğunu anlayamamıştı ki berberin çırağının yerde yattığını gördü.İki iri yarı adamdan biri köpekle ilgileniyor biri berberin çırağını hallediyordu..Birden iri kıyım olanı kızı elinden yakaladı ve kuru otların içine fırlattı. Zaten buz gibi olan teni neredeyse bir cam gibi parçalandı.düştüğü yerde. Karanlıkta bir nergis gördü yıldız gibi. Belki de Narcissus onu deresinin yatağına almıştı tek beğendiği kız olarak.

YAŞAM-ŞİİR-ÖLÜM

Kimimizle yakından dost, bazı bazı yaramaz bir arkadaş, korkutur olur olmadık yerde, hatırlatır kendini , sırdaş olur sebebini söyleyemediğimiz  , fırsat vermez , gülerken de ağlarken de yanımızda, hiç birimiz için üşenmez ayrı ayrı gelir ziyaret eder. Biz hiç sevmeyiz kendisini ama sürekli davet ederiz gelecek kişiyi bilmiyormuş gibi. Her seferinde başka biri gelecekmiş gibi.  Pencereye vuran bir yağmur damlasını özleriz sonra onunla giderken hiç görmemiş gibi yağmuru. Bilmecenin cevabı :  ÖLÜM.

                GENETİK DURAK
Nasıl  bekliyoruz hiç sormadan
Kimseye neyi beklediğini
Unutuldu tüm gidenler önceden
Ayak izlerini rüzgar süpürdü
El verenler var onlardan da korkulur
Yaramaz çocuklar haricinde ellerini tutan yok
Sokağa tükürür salyasını, güneş bırakmaz kurutur
Sıcaktan ısınmış taş ev soğumaz, Türk Bayraklı
Hurda araba gözleri çıkmış, tanık olamaz yollara
Skoda’nın  arkasında meyveler ve insanlar
Sıcaktan karışmış
Karpuzu kemirir küçük çocuk, sineğe aldırmadan
Cenaze uykuda son yolu kara şövalyede
Mısır tarlaları rüzgarla el sallıyor.
18.06.2012





                       HAYAT BULMACA
Umulmayanı karşında bulup, umduğunun sürekli ertelenmesi,
Bir türlü yaşayamadan umulanı, yaşlanmak, umulmayanı yaşayarak.
Düşün bir kere sevdiklerinden ayrılırken gözlerinde hep yeni buluşma anı hayal edersin
Yenilerini yenilerini !
Ya geçmişin , bugünün, bu saatin
Ondan nasıl bu kadar kolay ayrılabiliyorsun.
Vazgeçtim düşünme bu seferde geçmişine hayıflanmaktan anını yaşayamayacaksın.
Terazini öyle bir dengede tutacaksın ki bir tüy ağırlığı kadar sapmayacak
Bırak ruhunun derinliklerini azgın sel suları silip süpürsün
Uzun bir süre bir şey düşünme içindeki yıkım hakkında
Bırak sorgulamayı etrafını
Biraz sorgusuz, sualsiz yaşa.
Yaşamak üzerine yazılan onca şeyi okuduktan sonra karar verdim
Kılavuzu sensin hayatın yalnız anlamadığın bir dilde yazılmış
Bir kılavuz
Öyle bir dil ki bu dünya üzerinde dillenmemiş henüz
Bir tür bulmaca  

                  DENİZ
Durgun unutkanlıktır.
Öyle derindir ki dolduramaz hiç bir derdin sevincin
Yüz verdi güneş bulutların arasından
Sıcaktan kokan denizin üstüne
Pişman içen sigara, kendinden
Kedi ayakları kum iğrenmiş
Bank yorulmuş tahtasi eskimiş
Ayakta durmaktan
Çim solmuş değil sonbahardan
Oysa tam yaz ortasında
Dondurma birleşmiş külah yenememiş
Birleşmiş kaldırımla direnmez
Renkler karışık puslu hava
Öğlen sıcak olacak belli.
12.06.2012 12.00

TAKVİM YAPRAKLARI

Sonu gelmeyen yaramazlıklar yaparken aslında  o kocaman bir çocuktu.
  Bir fincan kahve vardı  önünde falı kapatılmış. Açmayı unutmuş olduğunu farketti  işe daldığından .Kurumuştu ama yine de açtı fal kapalı kalmazdı ne de olsa değil mi? Yudum yudum içilmişti. Hayat gibi. Kimisi öyle yaşamaz mı hayatı keyfekeder.  Kimisi dertlenir kederlenir en olmadık şeylere üzülerek .
 Hastanede yatmalarının on beşinci günündelerdi. Kafe tıklım tıklımdı. İnsanlar buradan kaçmadan son bir bardak daha çay içelim diyorlardı herhalde. Etrafta sakinlik ve onun içinde bir telaş vardı aslında. Dokunulan herşeyin hastalıklı olduğu hissi uyanır ya hepimizde. Bir iğrenme duygusu kaplar tüm bedenimizi. Aslında sağlık aradığımız bir yer değil mi burası. Tezatlıklar ülkesi işte. Bunları düşünürken doktorun kontrole geleceğini unutmuştu. Acele adımlarla poliklinik sırası bekleyen onca kişinin arasından dalarak hasta katına çıkmaya çalışıyordu. Elektrikler kesildiğinden asansör çalışmıyordu. Biraz daha hızlanmazsa şayet sıradakiler sıralarını alacağını düşündüğünden onu hükümsüz asabilirlerdi.
 Yapılacak her şeyi  denemiş , kitap okumuş, film seyretmiş, soğuk bir bez parçası ile hastasının görünen yerlerini temizlemeye çalışmıştı. Ancak zaman geçmiyordu. Ve yapılacak şeyler listesi en sığ yerine gelmişti neredeyse. Evdekilere işi olmadığı gerekçesi ile hastanede kalabileceğini söylemekle hata mı yapmıştı acaba. Bunu düşünmek için geç kalmıştı. Zaten yaşlı bir insandı dedesi her an ölüm tehlikesi ile burun buruna olan bu insanı kalp hastası başka biri-annesi- ile bir araya getirmek ne kadar akıllıca olabilirdi.
 Yaramaz kuşlar pencerenin önüne attığım ekmekleri yemek yerine etrafa saçıyorlardı. Onların yüzünden hemşireden güzel bir azar işittim. Ne vardı ki bunda. Ama siniri yüzüne yapışmış bu hemşire yaşarken nasıl nefes aldığına şaşıyordum. Duvarlar ilk buraya geldiğimizde bembeyazdı bu kadar zamandan sonra bej rengi olduklarını farkettim. Yanı başımızda duran metal gri etejer o kadar eğreti idi ki kayalık, dik deniz kıyısı sarp kayaları andırıyordu düştü düşecek. Ama zaman ona dürüst davranmış yerini oynatmamıştı. Bir insan onu canlandırıncaya kadar. Diğer iki hasta odada sürekli değişiyordu. Dışarda akan hayatı kıskandırır gibi burada da başka bir hayat var der gibi
 Hademe bu sıcakta sanki battaniye gibi kısa kollu bir tişört giymişti. Onun içinde bedeninin bana acı acı bakan çıplak yerlerini görmezden gelerek elimdeki sıkıcı kitabı okumaya çalıştım. Ancak sorun kitabın okunmaya değer olmadığı değildi , canı sıkılmak  deyiminden kaynaklanıyordu. Bir insan canı sıkılınca istediği şeyi yapmaya hak kazanıyorsa şimdi avazım çıktığı kadar bağırmak ama kimsenin beni duymamasını isterdim. Ya da  hiç sevmediğim mecburiyetten okumak-hayatımı kazanmak için-bitirmek zorunda kaldığım okula gidip kaydımı sildirebilirdim. Ya da şehrin ortasında geçen büyük kanala girip çırılçıplak yüzmeyi, lunaparkta dönen salıncaklara binip ininceye kadar kusmayı, trafikte kırk derece sıcaklıkta elli km hızla gidip milleti arkada korna kuyruğuna sokmayı ve daha bir sürü saçma bir o kadar da delice şey aklıma sırayla giriyordu. Sırasını savan  şiltenin altına, kolonya kapağının üzerine, serum şişesinin markasının yanına, ıslak mendilin açık kalan kapağının üzerine yapışıyordu. Bir süre sonra  yapışacak ve konacak bir şey bulamayınca ortalıkta öncekilerin üzerine yapışıp onları unutturmaya başladıkları sırada, doktorun hastayı değil de beni uyandırmaya çalıştığını hissettiğimde,  kolumun ve ayaklarımın uyuşmaktan hareket edemediğini farkettim.  Kısa boylu, gülen yüzlü doktor bana hastaları karıştırdığı esprisini yaptığında yüzümün bu kadar soluk olduğunu farketmemiştim.  Biraz yandaki  odada yatmamı ve daha sonra yanıma  kontrole gelmemi söyledi. Önce reddettim ama  sesimi kesmem gerektiğini anladım ve lafımı yarım bıraktım. Zaten bir sürü hastaya yetişmesi gereken gülen yüzlü doktor cevabı beklememişti bile. Acaba hastanedeki bu tempodan sonra  gerçek hayatında, hayır bu sahte hayat mı ;  kendi hayatında-niye bu başkasının hayatı mıydı ? İşte doğru kelimeyi bulamadıklarından İş Hayatı demeyi uygun görmüşler. Sadete geleyim bu tempoyu orada da sürdürürler mi? Yoksa eve giderken reklamlardaki gibi arabaların içinde müzik dinleyerek hayatın aslında olması gereken ritmine mi dönerler? Neyse ayakkabılarımı hemşirenin de yardımıyla-nedense- çıkartıp  yatağa uzandığımda gözümü kapamak yerine etrafı incelemeye koyuldum. Duvardaki insan anatomisi iç yüzü  bütün her şeyi ele veriyordu. Bu kadar açıklığa rağmen hala kas ve yağlarla bir şeyleri saklayabiliyorduk inanılmazdı. Çok rahat olduğunu düşündüğüm bu sedye bir süre sonra hasta olmayanların hastane çıkışında baş ağrılarının olması gibi beni de tedirgin etmişti. Dışardaki anonslar duyuluyordu. Dr Tarık Bey ameliyathaneye lütfen; Dr Pınar Hn Kulak Polikliniğinde bekleniyorsunuz. Acaba gitmeyi mi unutmuştular, yoksa  birileri daha çok mu ilgi bekliyordu?  Giderken benim sınava girdiğim gibi heyecanlansalar düşünsenize. Ben düşük not alırım ama onlar insan nefesi yoksa…..  Can mı dayanır buna . Benim uyumam gerekmiyor muydu? Bazı insanlar vardır araba ile trafikte iken plakaları okur. Bir süre sonra bir hasta haline dönüşür. Hiç anlamadan  hastalık haline dönüşen ama hasta olmadığını düşündüğü için doktora gitmeyen, hatta normal  insanlara kendine benzemediği için hasta muamelesi yapan insanlarla hiç tanışmadınız mı? Eğer yanıtınız  hayırsa bu dünyalı değilsiniz demektir. Siniri yüzüne yapışmış hemşire kapıyı tıklatmış o olduğunu bilsem hiç sesimi çıkartmazdım. Doktorun beni beklediğini attı ortaya. Çünkü yüzüme bile bakmıyordu. Yavaşça kalkmama rağmen başım dönmüştü. Yerleri silen hademenin yanından geçerken sabahtan akşama aynı yeri sildiğini düşünmeye başladığım için acımaya başladım. Odaya girdiğimde bembeyaz bir silüet içinde karşılayan gülen doktor, röntgeni inceliyordu. Hiç durmaz mı bunlar diye aklımdan geçirdim hızlıca yanıma gelirken. Sırtüstü uzanmam için hafif bir el hareketi yaptı. Uzun ve sessiz bir muayeneden sonra okuduğu bilmeceyi çözmeye çalışan birinin yüz  ifadesine büründü gülen doktor.  
  -Hastane duvarlarına yazılması gereken bir söz; Yaşlılar verilmiş bir sözlerinin olduğunu düşündüklerinden önce kendilerinin öleceklerinden emindirler. Bu yüzden ellerinin altında bulunan gençlere, çocuklarına, torunlarına bilerek ya da bilmeyerek hayatı zehir edebilirler.-
 Daha sonra istenen bir yığın tetkikten sonra , öğrendiğim kadarı ile sırayı bozmuştum. Şimdi ise yukardan aşağıya baktığımda hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum.
 Son uykumda her zamanki koltuğumdaydım. Koyu soğuk bir bordo koltuğun üzerinde oturuyordum bir kitapçıda. En fazla yapmayı sevdiğim şey. Herkes orada bir yerlerde kitap karıştırırken ben de onları karıştırıyordum onlar anlamadan. Genç kirli sakallı bir çocuk ona bakarken, gülümserken beni yakaladı. Ama hangi niyetle baktığımı anlamadığı için kızmadı. Ben ise onun düşüncelerini çalmaya uğraşıyordum aslında benliğinden hareketleri ve mimikleri ile sezdirmeden etrafa dağıttığı. Biraz sonra hamile bir kadın girdi içeriye, kocası sonradan dahil oldu kendisine. Bir kaç dergi aldı. Biri eminim çocuk dergisidir. Nedense bu kadar sevdiğimiz ve düşündüğümüz bir varlığı büyüyünce nasıl boğacağımızı bilmeden tekrar tekrar yaratmaya çalışırız. O zaten daha ilk andan itibaren yaratılmamış gibi. Zaman hızla akıyordu. Bazen yeşil gözler beyaz gömleklere akıyor. Bembeyaz saçlar bir sırt çantasına takılıyordu. Herkes buraya hayattan bir şeyler çalmaya gelmişti ben hariç.

İSMİN E HALİ KADININ SONSUZ HALİ

Saatin tiktakları, gitgide sesini yükseltiyordu. Komşunun her daim şikayet ettiği, altında bir şey yetişmediğini düşündüğü fıstık çamının dalları kıpırdamıyordu bile. Sorun sadece havanın sıcaklığı, hamam gibi kokan nemi değil, insanların buna ayak uyduramayarak normalmiş gibi yaptıkları saçmalıklardı. İki gün önce hiç gelmeyeceğini düşündüğümüz berbat nem, beni unuttunuz mu der gibi kapıda bekliyormuş meğerse.
 Aynı anda farklı yerlerde olmak. Çoğumuz böyle bir durumu aklımızdan geçirebileceğimiz şartlarda bulunmuşuzdur. Zorunluluklar, yetişemediğimiz işler ve akan saat yelkovanlarının dışında, normal gündelik yaşamınızda böyle bir durumda bulunma şansı yakalasanız !
 Kırk yıllık kocasına diğer yarımı alabilir miyim derken yalan söylemiyordu. Kadın ve erkek uzun yıllar boyu evliliklerinde, birleşik ikizler gibi hareket ediyorlardı. Kadın yıllarca kuyudan su çeker gibi biriktirmiş  havuzunda, ama asla şikayet etmemiş ne eksikliğini ne de fazlalığını hayatın. Gün bulmuş yemiş, yiyemezse  yine çalışmış. Kışın domates, biber serasında, yazın boylu boyunca mısır tarlalarını ezberlermiş. Çalışmaktan bozulan vücudu, ayna yüzü görmediğinden kocası bir süre sonra işleri kaytarmaya, dağdan eve taşınacak onca odunu bile ona taşıtmaya başlamış. Bu olanlar esnasında iki kız bir de erkek tosuncuk doğurmuş. Sonuncu rahimden sökülürken canını da alacakmış da kadını köyün deli ebesi kurtarmış. Gözlerinin içine dalan, adam köyün kahvesinden çıkmaz olmuş. Bir gün terasa yemek taşınan sini gürültü ile yere devrilmiş. Verandada oturan etine dolgun , renkli gözlü, yeşili, kırmızısı ile rengarenk şalvarının içinde cıvıl cıvıl  genç bayan kendisini  tanıtmış. Ben  ağanın yeni eşiyem buz gibi bir su getircen mi ?
                                                               --------------
 Evlendiğinde on altı yaşında imiş. Ne babası vermek istemiş ne anası. Anneannesine yakın köyde otururlarmış. Bayram ziyaretine giderken altına girdikleri tır, otobüsten dökülen yağlar sayesinde paramparça yapmış hayatlarını. Amcası, baba yarısı, otobanın yakınında bir arsa kadar biçmiş değerini yeğeninin. Ne de olsa evde yaptığı işleri karısı da yapıyormuş. Para cebinde daha sıcak durur diye düşünmüş. Saçlarının örgüsü çözüldüğünde kadın olmuş. Arkadaşlarının dışarıda neşeyle oynama seslerini duymamak için, hep o saatlerde arka odalarda işlenir, sofayı en son temizlermiş. Yemek yapmayı o kadar çabuk öğrenmiş ki bunu annesi görse onunla gurur duyar diye düşünmüş. Çamaşır yıkarken, astığı kıyafetlere bakarak kendi kendine konuşuyordu. Bir kendi kıyafetleri bir de adamınkiler yan yana asılınca üçte biri ediyormuş anca. Üçte ikisi miydi  yoksa diye düşünmüş. Aslında matematiği pek iyi değilmiş. Ama öğretmeni hep ona ezberletirmiş. Kızım senin zehir gibi bir hafızan var dermiş. Küçükken kardan adam yapmayı çok severmiş. Ama asla böyle bir adamla evleneceğini aklına bile getirmemiş. Bunları düşünürken metal tabakların yıkarken çok ses çıkardığını, kafasına inen bir şaplak hatırlatmış.Kocaman elli kocaman sesli adam bağırmış.Yatağın yattığı taraf hep havada olduğundan diğer taraftan, yastığın altına saklanmış bir adet fotoğraf ve bir masal kitabı kimsenin dikkatini çekmiyormuş. Bir varmış bir yokmuş.

                                                               --------------

 Her gün sigara içmeye çıkmaya alıştığım yangın merdiveni bugün hışırtısız. Yılbaşı partisinden kalma kırmızı bir balon atermitlerin arasına sıkışmış günlerdir orada rüzgarla dans ederek gelgitlerini sürdürüyordu. Bugün orada olmadığını gördüm. Çok sevdiğim bir eşyayı kaybetmişcesine üzüldüm. Patlamış olsa gerek diye düşündüm belki de  kurtarmak istiyordu kendini patlamadan bir iki yeri gezmek için kısa ömrü hayatında.İyimser bir ihtimalle şu an çimliklerin üzerinde tek tek seyiriyor olabilir, parkta oyun oynayan çocukların arasına dalıp çıkarak.Hiç göremeyeceği doğduğu anda belli olan, denizi görmekti hevesi belki de.Serin suların üzerinde okyanuslar aşmak.Yelkenlilerle takım yıldızı olmak.Asla görmeyi hayal bile edemeyeceği yerleri görmek.Ben neler düşünüyorum.Bir balon bu altı üstü ne  hayali olabilir ki.
                                                               --------------

 Karşıdan karşıya geçmek isterken, bütün gözlerin kendinde olduğundan emindi.Kırmızı ışıkta duran arabaların, şöforleri ve bilumum yolcular yolu gören, o anda kırmızı ışıktan başka hiçbir şeyi düşünmeyen onca insanın önünden geçip düşüncelerini bölüyordu bir anlığına.Sanayi  bölgesi yoluydu.Yolun kenarlarına dökülen buğdayları süpürüyordu yaşlı beli çıkık bir kadın ve adam. Yaşlılık cinsiyetlerini de yok etmişti. Bir süreliğine onlarda kaldırdı başlarını geçene bakmak için.Topuk sesleri yankılanıyordu.Eteği kum beji, üzerindeki deri mont sıkmış belini, çorabı ayakkabısı ile aynı renk.Hem hızlı geçmek istemekte yer yer silinmiş yaya geçidinden hem de bakılmak istemekte sonsuza kadar sadece.Yolun yarısına gelince daha bir emin atıyor adımlarını topuk sesleri daha bir derinleşiyor.Bir müzik var kulağında onun ritmine uydu belki. Yeşil ışık yandı.
                                                               --------------

 Yaşlıyım bugün aynada. Sadece aynada değil oğullarımın gözünde kızımın nazarında.Sen yaşlısın anne artık lütfen dikkat et allahaşkına. Yaşlılık bir hastalık mı ki.?. Ben hissettirdim. Oysa ki yaşlandığımı anlamasınlar diye hiç bahsetmedim hastalıklarımdan gizli gizli gittim doktora aldım ilaçlarımı.Gizli gizli. Hep koşturdum onlara, kreşe gittim, alışverişe gittim, onlar için, randevuları hiç bitmedi. Anne ufaklık hasta koş, ben işten çıkamıyorum.,okuldan çağırmışlar anne koş.Ama benden öne geçti yarışta şimdi hasta oldu bu kadın.Hayır bana hasta muamelesi yapmayınız. Ben sadece yaşlıyım. Bu ikisi arasındaki on farkı bulanın annesiyim.
                                                               --------------

Yağmur yağarken su sıçrattı ayağımın kenarına. Baktım çamur içinde yüzen siyah pantolonumun içinde ben yoktum sanki. Adama sinirlenmedim. Eskiden olsa söverdim,  arkadan, aklına gelmeyecek,  internetten çıkma en son kelimelerle. Dükkan çırağının silkelediği paspas, artık ayrılmak istediği tüm tozlarını rüzgarı da suç ortağı yaparak kiremit rengi saçlarıma uçurdu. Çırak farkında bile değil. Kırmızı ışık yeşil ışık geçeyim bari. Hep yapmak istemişimdir. Yaya geçidinin ortasında durmak, ya da genel müdürlerin de bulunduğu çok önemli bir toplantının ortasında alakasız bir şeyler anlatmak,ya da konserin ortasında herkes sessizken(özellikle)şarkı söylemek.Bugün yapıyorum.Kornalar ardı ardına çalıyor nefes almadan.Biri kel kafasını çıkarıyor lüks broadwayinden  üşütmekten korkuyordur eminim. Külünü çaktırmadan dışarı atan bayan gülümsüyor akşam sevgilisiyle beraber olmuş gibi.Yağmur durdu.Islık ve haykırışlarla ıslanıyorum.İşine geç kalma telaşı içinde kalan insanların yüzü kıpkırmızı  utanmış gibiler. Benim cesaretim karşısında kendilerinin yıllarca yapamadıkları şeyleri anımsadılar. Hemen orada arabalarını bırakıp gittiler. Kimi gece denize girmeye gitti mehtapta korkmadan, kimi kar topu oynamaya gitti, yaşadığı yerde senelerce görmediği tatmadığı kar tanelerini ağzında eritmeye, kimi hiç sarılmadığı karısına gitti ona seviyorum demek için sadece,  kimi yalınayak kumsalda yürümeye elini tutarak en çok kavga ettiği sevgilisiyle,  kimi ağaca sırtını dayayıp uyumaya deliksiz gözbebekleri göz kapaklarının altında kırpışmadan, kimi çimlerin üzerinde debelenmeye gitti en çok istediği köpeği de alıp, kimi sarhoş olmaya gitti ağzına içki koymamış olsa bile, kimi sadece martılara ekmek atmaya vapura atladı, kimi derede ayaklarını sıvamadan üstü yosunla kaplamış taşlara basıp kaymayı beklemedi, kimi aynada kendini öptü. Attı tüm hapları çöpe. Kimi yarını beklemeden takvim yaprağını çevirdi, kimi gece yemek yapmadı dayak yiyeceğini bile bile, kimi sürekli eliyle oynadığı yüzüğü çıkardı sonunda izine bile bakmadan yıkadı elini lavaboda bol suyla, kimi  ağaçtan elma kopardı kıpkırmızı ısırdı tüm gücüyle. Ben kaldım orada.

28 Haziran 2012 Perşembe

PER-KÜR PER TAJ

Eskiden bir kuş dili vardı ki insanlar başkalarının anlamasını istemediği şeyleri özellikle çocuklarının yanında konuşacakları zaman her hecenin başına -per-getirerek konuşurdu. Bu kimi zeki çocuklar için erken şifresi çözülen teknik anne-baba tarafından hala işe yaradığı düşünülerek kullanılırdı. Per-kür ,Per-taj, hakkında çok konuşulan, çok yazılan “özel” bir o kadar “umum” olan bu konu üzerinde ahkam kesecek değilim. Beni okuyanlar bilir bunun yerine bir öykü anlatmayı tercih ederim. Yine öyle yapacağım.
“ İnsanı insan yapan tartışma becerisidir. Doğrulama  eğilimi (confirmation bias)(doğrulamada taraflılık),bilimsel ve somut verilere karşın, beyninizin yalnızca önyargılarınızı destekleyen bilgileri ayıklayıp seçmesi anlamına gelir. Yani Türkçe meali insanların inandıkları şeyleri (diğer bir deyişle zihinsel şablonlarını)taraflı bir şekilde doğrulama eğiliminde olmalarına işaret eder. Son 20-30 yıl içinde doğrulama eğiliminin düşünce sakatlıklarından yalnızca biri olduğu psikologlar tarafından kabul görüyor. Yaşam boyu yapmaya çalıştığımız şey , sezgilerimiz ve içgüdülerimizi haklı çıkarmaya uğraşmak ve aldığımız kararların doğruluğuna diğerlerini ikna etmeye çalışmaktır. Hiçbir zaman en doğru sonuca ulaşmak için çaba harcamayız. Kısaca ahlaki tartışmalar, ahlaki doğruları ortaya çıkartmak için yapılmaz; bunlar ahlaki açıdan insanları ikna etmek için geliştirilmiş bir araçtır. ”New Scientist;Türkçesi Reyhan Oksay
PER-KÜR ;PER TAJ

 Yorgunum dökülüyorum. Banyonun yolunu  mu tutsam, yoksa yatağa kendimi teslim mi etsem  karar veremedim. Aldığım ilaçların da etkisiyle sarhoş gibiyim. Yorgunluk her zaman ki gibi ağır gelmiyor. Daha bir katlanılabilir oluyor onlarla. Kemiklerimin artık hareket etmek için isyan eden kaslara diretmesiyle son hamleyle kendimi yatağa atmayı uygun buldum. Bedenimin altında bağıran banyo ördeğini saymazsak sabah kadar hiçbir şey duymadığıma hatta yerimden ayrılmadan yattığıma yemin edebilirim. Böyle yorgun yatmanın en kötü yanı sabah kalktığınızda her tarafınızın yattığınız zamankinden daha kötü ağrımasıdır. Aynaya bakıp yüzümün sağını solunu çekiştirmeye çalıştım ayılmak için banyodan başka çarem kalmamıştı. Geç kalma endişesi ve minibüsle tıngır mıngır gitme eziyetine aldırmadan kendimi ılık suya bıraktım. Su bedenimi bir sarmaşık gibi sarmaya başladığında elektriğin bir süre sonra gidip suyun soğumaya başlamasıyla, amacım olan ayılma nöbetine daha çabuk girmiş oldum. Aslında hayat da böyle değil miydi insanlar ancak olağan dışı durumlarda hastalık, ölüm, kaza vs anlarında ancak hayatlarının ne kadar önemli, buna oranla ne kadar monoton ve değersiz şeylerle geçirdiklerini düşünmezler miydi? Ben sıcak suyun önemini bir kez daha kavramıştım. Günlerdir eve yiyecek almadığımdan dolapta bayatlamış etimek ve yarısı kesilmiş limondan-ki dışarıda kalsa küçük sinek üşüşürdü-başka  hiçbir şey yoktu. Etimek onu yıllar sonra hapsolduğu yerden kurtaracağım umuduyla sevinirken limon yarısını çoktan kaybetmiş olmanın verdiği hüzünle orada bir süre daha kalmak istiyordu. Ben ise dışarıdaki gürültülere kulak kabartmak isterken gerek kalmadan kapım çalındı. Kapıcı aşağıda kavga çıktığını  komşumuz olan çiçekçi amcanın yaralandığını, bakmamım iyi olacağını söyledi. Hemen çok istekli olmasam da limon ve etimekten ayrılarak aşağıya doğru merdivenleri inerken yanımda gelen kapıcıdan, hiç alışık olmayan parfüm kokuları geliyordu. Hiç de öyle ucuz parfüm kokusu gibi değildi ama şimdi ne olduğunu da soramam ki .Neyse gerçekten de Hamza Bey bir seksen yerde uzanmış dinleniyordu adeta. Canım onun yanına yatıp yarım bıraktığım uykuyu tamamlamak istese de, ayağımı çarparak çömeldiğim kaldırımda neyi olduğunu anlamaya çalışırken onun elimi tuttuğunu hissettim. Dedeme bir şey olmasın lütfen yardım edin, derken gözlerimi kendisinden ayırmamam için ellerimi lafı bitinceye kadar bırakmadı. İşe geç kaldığımı farkettim. Servis çoktan gitmişti. Bir Allahın kulu da aramadı servis arkadaşlarımdan; yahu kardeşim bak neredesin uyuyamı kaldın servis geldi gitti. Ne kadar önemseniyorum onu da bu kısacık ve önemsiz anda algıladım. Neyse adam yere düşünce başını çarpmıştı. Önemli bir şey olmadığını düşünmeme rağmen bir röntgen çekilmesi gerektiğini söyledim. Adamın burada kimsesi olmadığını, kızının da torununu ne cesaretle dedesine bıraktığını, çocuklarının hayırsız evlatlar olduklarını, diğer ikisinin aylarca kendisini aramadığını, kızının da arada sırada torunu bırakıp işlerini halletmesi gerektiğinden işi düştüğünde babasını bulduğunu yakın komşularımızdan öğrenmek zorunda kaldığımda artık iş işten geçmişti. Arabamı kredi ile ev alırken satmam neticesinde, taksiye atlayarak çalıştığım özel sektör hastanenin yolunu tuttuk. Amacım ikinci bir yola düşme derdi olmadan işime gidebilmekti. On altı –On dokuz yaşlarında tahmin ettiğim bitirim kız beni sürekli gözleri ile teftiş ediyordu. Çok yakışıklı olduğum söylenemezdi ama çok çirkin de değildim ama o kızcağıza göre hayli yaşlı idim. Meğerse bu benim düşüncemmiş tabi ki.
 Amca, kısa bir kontrolden geçtikten sonra serbest bırakılmadan yirmi dört saat uyumaması gerektiği söylendiğinde ki yüz ifadesi bir aylık ömrünün kaldığını söylediğimiz insanlardaki gibi idi. Şimdi kaldırımda boylu boyunca rahat bir şekilde uzanmasını anlayabiliyordum. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi farkettiğimde öğlen olmuştu. Hazır tabldot yemeklerinden yemek için kuyruğa girdiğimde dedenin torununun arkamda olduğunu farkettim.  Dedeme biraz bahçede oturması gerektiğini söylediklerinde ben de biraz yemek almaya gemiştim. Belki atıştırır diye. dediğindeki yüz hatları muzır ifadelerle doluydu. Hiç önemsemedim. Karnıbahar ,makarna ve yoğurttan oluşan menüyü alıp masaya doğru giderken birden midemin bulandığını hissettim. Yaramaz kaslar iş başındaydı yine. Tabağı masaya bırakarak lavaboya elimi yüzümü yıkamaya gittiğimde kızın arkamdan tuvalete geldiğini farketmemiştim. Yüzümü yıkayıp aynaya bakmak üzere başımı kaldırdığımda korku filmlerindeki gibi sarsıldım. Ne de olsa sessizce arkamdan gelmişti. Benim böyle korktuğumu görünce eliyle meşhur hemşire sus’unu yaptı. Başka zaman olsa karnımı kasa kasa gülerdim bu ana. Ama şu an gülecek değil gülünecek bir pozisyonda idim. Ne işin var senin burada demeden .Kendisinin çok önemli bir konu hakkında benimle konuşması gerektiğini burada olmayacağını iş çıkışında benimle Üsküdar’ daki  Köşe Cafe’de buluşacağını söyledi. Zaten düzgün, karışık hayatımda hiç kaldıracak halim yoktu böyle zahmetleri. Ama ayaklarım beni dolmuş durağına götürdüğünde çoktan şoförün sinirli sinirli arkaya ilerleyelim bayanlar baylar  nidalarını dinlemeye başlamıştım. Oturacak yeri bırak ayakta bile duracak yer yokken, böyle demelerini alışkanlıklarına bağlıyordum. Hem milletin o demeden artık geriye gitmemesine, hem de adamın bazen araba boşken bile böyle demesini başka ne sebepten olabilir ? O kadar robot yaşamaya başladık ki aslında bilmeden .Çoğumuz bunu anlamadan mezara giriyor belki de.
 Üsküdar’a geldiğimizde biraz sonra görmeyi hayal ettiğim kız kulesi bile, zerafetini yitirmişti heyecanımdan. Benimle ne konuşacaktı ki bu kız. Çok geçmedi. Sandalyeleri oyuncak  bir araba hızında sağ sol yapıp bana ulaştı. O sabah ki masum kızdan eser yoktu yüzünde. Ciddileşmiş belki on yaş daha yaşlanmıştı. Dört beş saatte bir insan metabolizması bu kadar hızlı çalışabilir miydi? İnanılmazdı. Yanıma oturduğunda garson herhalde onunla beraber masaya gelmiş. Ne istediğini sorduğunda buz gibi bir bardak su istedi bana bakmadan ellerine bakarak. Bir an ellerinin de kirli de  onları yıkacağını düşündüm.
-Neymiş derdin bakalım ufaklık?
-Acilen kürtaj olmam lazım?
-Ne benle ne alakası var ben doktorum ebe değil ?
-Lütfen bugün dedeme ne kadar yardımsever davrandığınızı gördüm.
-O başka bir durumdu bu başka bir durum.
-Eğer siz yardım etmezseniz başka yollara başvurmak zorunda kalacağım.
-Başıma ne işler açtığımın farkındaydım. Ama bazen siz seçilmiş biri olursunuz ne yaparsam yapayım bu iş artık yapsam da yapmasam da bana bir suçluluk duygusu yükleyecekti.
 Ona bir telefon numarası verdiğimde bu işi az çok hallettiğimi düşünmüş  rahatlamıştım. Beni bir daha aramamasını söylediğimde aslında işi bitince beni arayıp sağ salim bu işten kurtulduğunu duymak istiyordum. Ama bu kadar ilgili olduğumu anlamasını istemedim.
 Eve doğru giderken nasıl olsa dedesinin evini bildiğimden bir süre sonra oraya gider çaktırmadan sorarım diye düşündüm.
 Ancak ertesi gün , yerel bir gazetede genç bir kızın  hamile kalması üzerine  kendi kendine metodlarla çocuğu düşürmeye çalışırken canından olduğunu okudum. İçimde kaynar suların buz gibi taşlara döküldüğünü hissettim. Bir süre sonra  hepimizin gençken yaptığı hırsızlıklar, söylediği yalanlardan bir farkı olmadığını hissettim onun için bunların. Ama toplum yerleşen ve asla koparamadığımız tabulara o kadar yapışmıştı bedene, sök sökebilirsen.

Işık verirseniz karanlık kendiliğinden yitecektir.  Erasmus