28 Haziran 2012 Perşembe

PER-KÜR PER TAJ

Eskiden bir kuş dili vardı ki insanlar başkalarının anlamasını istemediği şeyleri özellikle çocuklarının yanında konuşacakları zaman her hecenin başına -per-getirerek konuşurdu. Bu kimi zeki çocuklar için erken şifresi çözülen teknik anne-baba tarafından hala işe yaradığı düşünülerek kullanılırdı. Per-kür ,Per-taj, hakkında çok konuşulan, çok yazılan “özel” bir o kadar “umum” olan bu konu üzerinde ahkam kesecek değilim. Beni okuyanlar bilir bunun yerine bir öykü anlatmayı tercih ederim. Yine öyle yapacağım.
“ İnsanı insan yapan tartışma becerisidir. Doğrulama  eğilimi (confirmation bias)(doğrulamada taraflılık),bilimsel ve somut verilere karşın, beyninizin yalnızca önyargılarınızı destekleyen bilgileri ayıklayıp seçmesi anlamına gelir. Yani Türkçe meali insanların inandıkları şeyleri (diğer bir deyişle zihinsel şablonlarını)taraflı bir şekilde doğrulama eğiliminde olmalarına işaret eder. Son 20-30 yıl içinde doğrulama eğiliminin düşünce sakatlıklarından yalnızca biri olduğu psikologlar tarafından kabul görüyor. Yaşam boyu yapmaya çalıştığımız şey , sezgilerimiz ve içgüdülerimizi haklı çıkarmaya uğraşmak ve aldığımız kararların doğruluğuna diğerlerini ikna etmeye çalışmaktır. Hiçbir zaman en doğru sonuca ulaşmak için çaba harcamayız. Kısaca ahlaki tartışmalar, ahlaki doğruları ortaya çıkartmak için yapılmaz; bunlar ahlaki açıdan insanları ikna etmek için geliştirilmiş bir araçtır. ”New Scientist;Türkçesi Reyhan Oksay
PER-KÜR ;PER TAJ

 Yorgunum dökülüyorum. Banyonun yolunu  mu tutsam, yoksa yatağa kendimi teslim mi etsem  karar veremedim. Aldığım ilaçların da etkisiyle sarhoş gibiyim. Yorgunluk her zaman ki gibi ağır gelmiyor. Daha bir katlanılabilir oluyor onlarla. Kemiklerimin artık hareket etmek için isyan eden kaslara diretmesiyle son hamleyle kendimi yatağa atmayı uygun buldum. Bedenimin altında bağıran banyo ördeğini saymazsak sabah kadar hiçbir şey duymadığıma hatta yerimden ayrılmadan yattığıma yemin edebilirim. Böyle yorgun yatmanın en kötü yanı sabah kalktığınızda her tarafınızın yattığınız zamankinden daha kötü ağrımasıdır. Aynaya bakıp yüzümün sağını solunu çekiştirmeye çalıştım ayılmak için banyodan başka çarem kalmamıştı. Geç kalma endişesi ve minibüsle tıngır mıngır gitme eziyetine aldırmadan kendimi ılık suya bıraktım. Su bedenimi bir sarmaşık gibi sarmaya başladığında elektriğin bir süre sonra gidip suyun soğumaya başlamasıyla, amacım olan ayılma nöbetine daha çabuk girmiş oldum. Aslında hayat da böyle değil miydi insanlar ancak olağan dışı durumlarda hastalık, ölüm, kaza vs anlarında ancak hayatlarının ne kadar önemli, buna oranla ne kadar monoton ve değersiz şeylerle geçirdiklerini düşünmezler miydi? Ben sıcak suyun önemini bir kez daha kavramıştım. Günlerdir eve yiyecek almadığımdan dolapta bayatlamış etimek ve yarısı kesilmiş limondan-ki dışarıda kalsa küçük sinek üşüşürdü-başka  hiçbir şey yoktu. Etimek onu yıllar sonra hapsolduğu yerden kurtaracağım umuduyla sevinirken limon yarısını çoktan kaybetmiş olmanın verdiği hüzünle orada bir süre daha kalmak istiyordu. Ben ise dışarıdaki gürültülere kulak kabartmak isterken gerek kalmadan kapım çalındı. Kapıcı aşağıda kavga çıktığını  komşumuz olan çiçekçi amcanın yaralandığını, bakmamım iyi olacağını söyledi. Hemen çok istekli olmasam da limon ve etimekten ayrılarak aşağıya doğru merdivenleri inerken yanımda gelen kapıcıdan, hiç alışık olmayan parfüm kokuları geliyordu. Hiç de öyle ucuz parfüm kokusu gibi değildi ama şimdi ne olduğunu da soramam ki .Neyse gerçekten de Hamza Bey bir seksen yerde uzanmış dinleniyordu adeta. Canım onun yanına yatıp yarım bıraktığım uykuyu tamamlamak istese de, ayağımı çarparak çömeldiğim kaldırımda neyi olduğunu anlamaya çalışırken onun elimi tuttuğunu hissettim. Dedeme bir şey olmasın lütfen yardım edin, derken gözlerimi kendisinden ayırmamam için ellerimi lafı bitinceye kadar bırakmadı. İşe geç kaldığımı farkettim. Servis çoktan gitmişti. Bir Allahın kulu da aramadı servis arkadaşlarımdan; yahu kardeşim bak neredesin uyuyamı kaldın servis geldi gitti. Ne kadar önemseniyorum onu da bu kısacık ve önemsiz anda algıladım. Neyse adam yere düşünce başını çarpmıştı. Önemli bir şey olmadığını düşünmeme rağmen bir röntgen çekilmesi gerektiğini söyledim. Adamın burada kimsesi olmadığını, kızının da torununu ne cesaretle dedesine bıraktığını, çocuklarının hayırsız evlatlar olduklarını, diğer ikisinin aylarca kendisini aramadığını, kızının da arada sırada torunu bırakıp işlerini halletmesi gerektiğinden işi düştüğünde babasını bulduğunu yakın komşularımızdan öğrenmek zorunda kaldığımda artık iş işten geçmişti. Arabamı kredi ile ev alırken satmam neticesinde, taksiye atlayarak çalıştığım özel sektör hastanenin yolunu tuttuk. Amacım ikinci bir yola düşme derdi olmadan işime gidebilmekti. On altı –On dokuz yaşlarında tahmin ettiğim bitirim kız beni sürekli gözleri ile teftiş ediyordu. Çok yakışıklı olduğum söylenemezdi ama çok çirkin de değildim ama o kızcağıza göre hayli yaşlı idim. Meğerse bu benim düşüncemmiş tabi ki.
 Amca, kısa bir kontrolden geçtikten sonra serbest bırakılmadan yirmi dört saat uyumaması gerektiği söylendiğinde ki yüz ifadesi bir aylık ömrünün kaldığını söylediğimiz insanlardaki gibi idi. Şimdi kaldırımda boylu boyunca rahat bir şekilde uzanmasını anlayabiliyordum. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğimi farkettiğimde öğlen olmuştu. Hazır tabldot yemeklerinden yemek için kuyruğa girdiğimde dedenin torununun arkamda olduğunu farkettim.  Dedeme biraz bahçede oturması gerektiğini söylediklerinde ben de biraz yemek almaya gemiştim. Belki atıştırır diye. dediğindeki yüz hatları muzır ifadelerle doluydu. Hiç önemsemedim. Karnıbahar ,makarna ve yoğurttan oluşan menüyü alıp masaya doğru giderken birden midemin bulandığını hissettim. Yaramaz kaslar iş başındaydı yine. Tabağı masaya bırakarak lavaboya elimi yüzümü yıkamaya gittiğimde kızın arkamdan tuvalete geldiğini farketmemiştim. Yüzümü yıkayıp aynaya bakmak üzere başımı kaldırdığımda korku filmlerindeki gibi sarsıldım. Ne de olsa sessizce arkamdan gelmişti. Benim böyle korktuğumu görünce eliyle meşhur hemşire sus’unu yaptı. Başka zaman olsa karnımı kasa kasa gülerdim bu ana. Ama şu an gülecek değil gülünecek bir pozisyonda idim. Ne işin var senin burada demeden .Kendisinin çok önemli bir konu hakkında benimle konuşması gerektiğini burada olmayacağını iş çıkışında benimle Üsküdar’ daki  Köşe Cafe’de buluşacağını söyledi. Zaten düzgün, karışık hayatımda hiç kaldıracak halim yoktu böyle zahmetleri. Ama ayaklarım beni dolmuş durağına götürdüğünde çoktan şoförün sinirli sinirli arkaya ilerleyelim bayanlar baylar  nidalarını dinlemeye başlamıştım. Oturacak yeri bırak ayakta bile duracak yer yokken, böyle demelerini alışkanlıklarına bağlıyordum. Hem milletin o demeden artık geriye gitmemesine, hem de adamın bazen araba boşken bile böyle demesini başka ne sebepten olabilir ? O kadar robot yaşamaya başladık ki aslında bilmeden .Çoğumuz bunu anlamadan mezara giriyor belki de.
 Üsküdar’a geldiğimizde biraz sonra görmeyi hayal ettiğim kız kulesi bile, zerafetini yitirmişti heyecanımdan. Benimle ne konuşacaktı ki bu kız. Çok geçmedi. Sandalyeleri oyuncak  bir araba hızında sağ sol yapıp bana ulaştı. O sabah ki masum kızdan eser yoktu yüzünde. Ciddileşmiş belki on yaş daha yaşlanmıştı. Dört beş saatte bir insan metabolizması bu kadar hızlı çalışabilir miydi? İnanılmazdı. Yanıma oturduğunda garson herhalde onunla beraber masaya gelmiş. Ne istediğini sorduğunda buz gibi bir bardak su istedi bana bakmadan ellerine bakarak. Bir an ellerinin de kirli de  onları yıkacağını düşündüm.
-Neymiş derdin bakalım ufaklık?
-Acilen kürtaj olmam lazım?
-Ne benle ne alakası var ben doktorum ebe değil ?
-Lütfen bugün dedeme ne kadar yardımsever davrandığınızı gördüm.
-O başka bir durumdu bu başka bir durum.
-Eğer siz yardım etmezseniz başka yollara başvurmak zorunda kalacağım.
-Başıma ne işler açtığımın farkındaydım. Ama bazen siz seçilmiş biri olursunuz ne yaparsam yapayım bu iş artık yapsam da yapmasam da bana bir suçluluk duygusu yükleyecekti.
 Ona bir telefon numarası verdiğimde bu işi az çok hallettiğimi düşünmüş  rahatlamıştım. Beni bir daha aramamasını söylediğimde aslında işi bitince beni arayıp sağ salim bu işten kurtulduğunu duymak istiyordum. Ama bu kadar ilgili olduğumu anlamasını istemedim.
 Eve doğru giderken nasıl olsa dedesinin evini bildiğimden bir süre sonra oraya gider çaktırmadan sorarım diye düşündüm.
 Ancak ertesi gün , yerel bir gazetede genç bir kızın  hamile kalması üzerine  kendi kendine metodlarla çocuğu düşürmeye çalışırken canından olduğunu okudum. İçimde kaynar suların buz gibi taşlara döküldüğünü hissettim. Bir süre sonra  hepimizin gençken yaptığı hırsızlıklar, söylediği yalanlardan bir farkı olmadığını hissettim onun için bunların. Ama toplum yerleşen ve asla koparamadığımız tabulara o kadar yapışmıştı bedene, sök sökebilirsen.

Işık verirseniz karanlık kendiliğinden yitecektir.  Erasmus

1 Haziran 2012 Cuma

ACININ DRAMATİK SÜSÜ

TÜRK halkının kimyası bozuldu. Mevcut TÜİK verilerine göre, 2002'de bin 392 erkek, 909 kadın, 2003'te bin 574 erkek, bin 131 kadın, 2004'te bin 681 erkek, bin 26 kadın, 2005'te bin 740 erkek, 963 kadın, 2006'da bin 782 erkek, bin 47 kadın, 2007'de bin 808 erkek, 985 kadın, 2008'de bin 924 erkek, 892 kadın intihar etti. Türkiye'de intihar eden erkeklerin yarısı 35, kadınlar ise 25 yaşından daha küçük. Kadınlar psikolojik, erkekler ekonomik nedenlerle intihar ediyor. Türkiye'de intihar eden erkeklerin yarısının 35, kadınların ise 25 yaşından daha küçük oldukları belirlenirken, kadınların daha çok psikolojik, erkeklerin de ekonomik nedenlerle intihar ettikleri ortaya çıktı. Diğer yandan, kadın intiharlarının nedenleri arasında yüzde 10,7 ile psikolojik nedenler ilk sırayı alıyor. Bunu, yüzde 9,3 ile aile içi tartışmalar, yüzde 6,7 ile aile baskısı ve psikiyatrik rahatsızlık, yüzde 4'le namus, çocuk olmama ve fiziki rahatsızlıklar takip ediyor. İntihar nedenine ilişkin dosyalarda, kadınların yarısı hakkında bilgi bulunmuyor. İntihar girişiminde bulunan kadınların yüzde 49,3'ü bekarken, evli kadınların yüzde 13'ü 1 yıl ve daha az sürede evli olarak görülüyor. Erkek intiharlarının nedenleri arasında ise ilk sırada yüzde 23'le ekonomik nedenler geliyor. İkinci sırada yüzde 19,2 ile psikolojik rahatsızlıklar, üçüncü sırada yüzde 15,4 ile psikiyatrik hastalıklar bulunuyor. YAŞAM / 2010-03-22
Verilen bu istatistikler günden güne insanlarımızın zorlamalara karşı direnme gücünün kırıldığını anlatıyor. En büyük darbeyi aile için destek göremeyen, dış etkenlerin verdiği hasarlar ile yıpranmış şahıslar ve aile içi iletişimsizlik vuruyor. En son izlediğim film buna en güzel örneği teşkil ediyor. Fırsat bulursanız mutlaka izlemenizi öneririm. Mel Gibson ve Jodie Foster ‘ın başrollerini paylaştığı “KUKLA” isimli film.. Orijinal ismi “The Beaver” olan film görüntüde herşeyi olan bir adamın bir gün depresyon adlı hastalıkla tanışmasıyla başlıyor ki, günümüzde çoğu insanın sevgiden, paradan, mutluluktan, saygıdan, hoşgörüden, huzurdan mahrum kaldığı bir dünyada çok nüktedan. Meslek dağılımına göre intihar istatistiklerinde genelde doktorlar, özellikle de psikiyatri uzmanlarının intihar edenlerin en başında yer aldığı da düşünülürse bu işle baş etmenin ne kadar zor olduğunu tahmin etmek çok güç olmasa gerek. Film özetle, kendisinin iyileşme çabalarına destek vermeyen ailesinin ve adamın bunlarla baş etmek için geliştirdiği bir teknik olan kukla ile konuşma tekniği üzerine kurulu. Umut ediyorum ki insanlar geç olmadan yanındaki insanı görmeden geçmek yerine onun duygularına da değer verme yöntemini seçtiğinde, filmdeki gibi geç  kalmış olunmaz. Yazdığım içimizden birilerinin bir öyküsüyle, herkesi hayatın koşturmacasının içinde biraz soluk alıp yanındakini farketmeye çağırıyorum.


ALACAKARANLIK VE ÖTESİ

Çaresizlik bir ağaç gibi sardı bedenimi, dalları, kalbimi, ruhumu sıkıştırıyor ne kadar çabalasam da kurtulamıyorum aralarından. Yapraklar gözümü kapatıyor. Çare varsa da görmem imkansız artık. Otuzbeş yaşındayım ve kimseye kendimi anlatmayı beceremedim. Artık kendimi de yanlış anladığımı düşünmeye başladım. Ne yaparsam yapayım.

Yaşam konusundaki beceriksizliğim, beni ölüm konusunda düşünmeye yüreklendirdi. Kim bilir, onda daha başarılı olabilirdim. Etrafıma baktığımda herkes bir şekilde bu yalana inanmış görünerek, birine yakalanmadan ucundan kıyısından hayatı tutmuş yaşamlarına bakıyorlardı. Sonuçta onlar da yapmaları gerekeni yapıyorlar, ötesine karışmıyorlardı. Ben niye başka şeylerde ışık aramaya çalışıyordum. Benden öncekiler bulmuş muydu? Ya da buldular da kıymetli olduğundan sakladılar mı yıllarca? Öyleyse bu haksızlık değil miydi? Yüce divan buna nasıl izin verebiliyordu? Evet, o niye müdahale etmiyordu da sadece seyretmekle yetiniyordu? Acaba zevk mi alıyordu bu kapışmadan. Ama biz azınlık olarak birbirimizi tanımadan ölüp gidiyorduk. Ve çoğumuz da doğal çöküş sürecini bile beklemiyordu. Neydi bunca mücadeleyi yapmamızı gerektiren, buna mecbur kılan bizi? Neden ötekiler gibi soru sormadan yaşamıyorduk? Onlar da soruyorlardı da acaba cevabını alıyorlar mıydı? Pardon.

Tüm bunlar artık çalışıp para kazanma, hayatımı idame ettirme, yeme içme gibi zorunlu ihtiyaçlarımın bile önüne geçmiş, yavaş yavaş belirlemeye başlayan o ince çizgi beni korkutmamaya başlamıştı.

 Bütün bunlar Dostoyevski’nin budalası gibi hissettirmeye, budala mı olduğumu yoksa akıllı mı olduğumu çözemez hale getirmeye başlamıştı. Madalyon göründüğü gibi değilse karanlıkta ona bakma seni ipe götürür, asla yazı tura atma hayatla, kaybeden sen olursun sen onlardan değilsin çünkü unutma gibi saçma sapan laflar bile etmeye başlamıştım. Sen akşam yattığında yastığa düşen kafa olamadın, sen aynaya baktığında gördüğün yüz olamadın asla. Görmek istediklerin hep gördüklerinin önüne geçti. Bunun sebebini çocukluğunda arama ya da gençliğinde, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarında da. Bu ihmal olur kafanın içinde yerleşip senin büyütmek istediklerine. Sonuçta kafa senin değil mi içine ne atacağın seni ilgilendirir. Ama nasıl olur ya karşılaştığım onca insan, seçemediğim arkadaşlarım, annem, babam, kardeşlerim onların hiç bir katkısı yok mu yani?

Evet bir şeyin farkına vardım. Kullanılıyordum. O başkaları kendilerinin aynadaki yansımalarının hep aynı olması için beni kullanıyorlardı. Hayatı uyduruk prensipler üstünde gezdirip onların dışına çıkarmamak için kullanıyorlardı. Ben bazen karşı çıkışlar yapmışım geriye baktığımda. Ama sonunda hep onların dedikleri olmuş. İşin tuhaf tarafı bunu benim de kabul ettiğim hissini vermişler bana. Ben nasıl bu kadar kör bu kadar budalaca davranabilmişim. Peki niye şimdi bunların farkına varıyorum. Doydum mu acaba kandırılmaya veya kendimi kandırmaya, aslında kör oldum da ancak o zaman mı derin görüşüm açıldı bilemiyorum. Bildiğim tek şey, şu an bir zamanlar seyretmeye doyamadığım, arabayla geçerken son ses müziği açıp hayatın damarlarımda aktığını hissettiğim boğaz köprüsündeyim. İnci gibi dizilmiş tüm ışıklar beni seyrediyor sessizce. Belki kimi yapamazsın biz çok gördük böylelerini diyor belki de kimi yapma daha gençsin değmez diyor. Hep okumuşumdur. İntihar eden insanlar ettikten sonra vazgeçer ama geriye dönemezmiş. Sırf geri dönme ihtimalini sıfırlamak için buraya geldim. Serin esen rüzgar beni birden seneler önce yaşadığım bir ana götürdü. Gariptir ki hafızamın derinliklerinde sakladığım bu anı, o an tüm ayrıntıları ile gözümün önündeydi. İznik’te göl kenarında bir evde, öğleden sonra ılık bir bahar gününde, göl hafif hafif dalga yapmış ben de içeride onu dinleyerek uyumaya çalışıyordum ki dolap gıcırtısı gibi sesler duymaya başladım. Önce rüzgarın bir oyunu zannettim. Ama sesler iyice tiz bir hal alınca kalkıp bakmak gereği duydum bezgin bezgin. Biraz araştırdıktan sonra tam vazgeçmek üzere iken dış kapının arkasında halıflex ile tahta döşemenin arasına sıkışmış bir fındık faresi gördüm. İnanılmaz güzellikteydi. Gözleri yerinden fırlamış benim onu gördüğümü farketmiş çığlık atmasının işe yarayıp yaramayacağını merak etmeye koyulmuştu. Ben inanılmaz bir gücü elinde bulunduran bir savaşçı, büyük bir af gücüyle donanmış ulu bir insan gibi hissediyordum kendimi. Sonuçta sadece bir halıflexin ucundan parmağımla bile oynatabileceğim bir ağırlıkla fındık faresini özgürlüğüne kavuşturacaktım. Ya da onu orada ölüme terk edebilecektim. Parmağımın hafif bir hareketiyle halıyı kaldırdım.