27 Aralık 2014 Cumartesi

GERÇEK GÖRÜNEN DEĞİLDİR

Geçen sene, bu zamanlar ajandama neler not ettiğimi düşündüm.Her sene tuttuğum
ajandamı atmam.Günün önemli haberlerini,ilginç gördüğüm keşifleri iliştirmeye
çalışırım. Uğraştığım şeyleri not alırım.Nelere, zaman ve emek harcadığımı,nelere
kafa yorduğumu, bazen de nasıl hissettiğimi not alırım. Her sayfa, bana ayrı bir
mevsim yaşatır, geriye döndüğümde.Mesela ölüm haberleri, ölümlülerin hayatta
iken başladıkları ve bitiremedikleri şeyi devam ettirme hissi uyandırır çoğu zaman.
Sevdiğim filmlerin isimlerini yazar,onları seyrederken, hayatın kalbini es
geçmemeyi anımsarım.Hemen bir not düşerim belki ardından, cenazesine zenci bir
başkanın katıldığı Nelson Mandela’dan mesela “Yapılana dek herşey imkansızdır.”
 Şiirler not alırım. Ya kendim yazarım ya da en sevdiğim şairlerin özel şiirlerini.Bir
sayfa çevirdim ve karşıma Cahit Külebi’nin ilk yayımlanan şiiri çıktı karşıma
“Ayıcılar geçti,affedilmemiş insanlar geçti,Şehirler taş yürekliydi Şarkısı
beyaz,İnsanların büyük rüyaları vardı,İnsanlar bir ölümle öldüler ki,Sevgiler
arasında şaşırıp,Bir unuttular ki deme gitsin”.Bir sayfa daha, yemek yerken,küçük
kızımın, peçeteye  yaptığı bir resim iliştirilmiş, dört kişi yanyana ve elele.Ve tabi ki
rant haberleri.Kızılderililerin bir sözü aklıma geliyor, o haberlerin notlarını
görünce”Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde,son balık avlandığında;
beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak...yazasım geliyor.Ekim 
gibi dünyaca ünlü flüt sanatçımız Şefika Kutluer ile röportaj hazırlıklarım
başlamış.Kendisinin,bundan 55.000 yıl öncesinden gelen dünyanın en eski flütü ile
çalarken bir resmi var. Bazen uğraşlarıma, köylere kadar gidip binbir zahmetle
karşılık beklemeksizin  konser veren bu eşsiz bayanla tanışma onurunu bana
verdiği için şükran borçlu olduğumu düşünüyorum.
 Eski çalılıklardan yapmaya çalıştığım bir mumluk gözüme çarpıyor, eskizlerini
çizmişim.Gülümsüyorum.Büyük kızıma her gece uydurduğum masallardan birini
yazmışım.Sonraki sayfa birbirine yapışmış ayırmaya çalışıyorum.Biraz yrtılıyor.Ne
yazdığını görüyorum.Fırının ışığı, fırın çalışmadan da yanıyormuş.Onu, servisine
bildirmek için not almışım.Düşünüyorum da bugün –servisin yaptık demesine - 
rağmen fırın hala çalışıyor, ama ışığı yine de kafasına göre yanıyor.Acaba dünyanın
herşeye rağmen dönmesi de böyle birşey mi?

EMPATİ EŞİT DEĞİLDİR BEN







İnsanlar bilmedikleri ve yaşamadıkları bir şey için hayıflanmaz, diyebilir miyim? Siz karar
verin.
 Kuzey kutbuna en yakın köylerden biri, bahsedeceğim köy. Kışın, metrelerce buzun
altından tuttukları balıkları yiyorlar.  Ortak çıktıkları balina avlarından elde ettikleri avları
en ince detayına kadar değerlendirip, yakın köylerdeki sakinlerle, değiş tokuş ederek,
geçimlerini sağlıyorlar. Yazın ise, dik yamaçlardan elde edilen martı yumurtaları,
yemekleri. En az bir kişi, ölümle burun buruna geliyor ve tecrübe gerektirdiğinden elli
yaşın altına yaptırmıyorlar bu işi. Bir yumurta için, ölümle burun buruna gelmek.  Bu
insanlar, niçin dolaplarını açıp, özel kutularında tazeliğini günlerce koruyan, organik,
büyüklüğü bile aynı ölçüde ayarlanmış yumurtalarından yemek istemezler. Ya da no
frosttan çıkarılmış, kılçığı bile ayıklanmış, balıklarını fırına atıp yanında soğan
pişirmezler. Keşke, imkanım olsa da, onlara bunu sorabilsem.  BBC’nin belgesellerinden
tanışma fırsatı bulduğum bu insanlar, kısmen buna benzer bir soru yöneltildiğinde, 
muhabire, hepsi bir ağızdan gülmeye başladı ve biz buna alıştık dediler. Ama televizyon,
uydu ve bilgisayar anlamında her şeye sahip olduklarını da özellikle belirtmeliyim. O
halde şimdi değiştirerek tekrar soruyorum. İnsanlar bildikleri ve tadını almadıkları bir şey
için hayıflanır mı? Peki o halde yanı başımızdan bir örnek daha verelim. Çoğu zaman
adına, nesil farkı dediğimiz şey, anne ve babalarınızın, sizin hoşlandığınız şeylerden
hoşlanmaması ya da sizin yapmayı çok arzuladığınız şeylerin, onlar için önemsiz ve
hatta zaman zaman zararlı olmasına ne diyeceksiniz. Sizin bilgisayar başında geçirmeyi
dört gözle beklediğiniz zamanları, onlar belki kitap okumakla, sohbet etmek veya
yürüyüşe çıkmakla değiştirebilecektir. Ama asla, eşittir bilgisayar olmayacaktır
alternatiflerin içinde. Ve hatırlayınız bu size inanılmaz muhafazakar, otoriter ve gereksiz
gelmiştir çoğu zaman. Peki niçin sizin aldığınız zevki almaz ebebeynleriniz. Ama aslında
yaptıklarınızın ne olduğunu bilirler değil mi ? Hem de belki sizin olmadığınız zamanlarda
bilgisayarın önüne oturup;
-Saatlerce bu çocuk burada ne karıştırıyor, bu kadar zevkli, deyip bilgisayarın önünden
eşinin uyarması ile kalkan nice veli vardır kim bilir.
Empati eksikliği. Siz ondan empati yapmasını, yorgun geldiğiniz işten, dinlenmek için
ondan vakit istediğinizde, o da, sizin kendisi için yapacak bir şeyiniz olmadığının kanıtı
sayar bunu. İsteyerek, sizin seçtiğiniz tatil yerlerinde gezmesini beklerken, erişkin
olduğunda sizden ayrı olarak tatile gitmesi niçin abesle iştigal. Bu sırf sizin söz hakkı
olduğunuz, sizin doğum tarihinizin yetmişli yıllar olduğu için mi ? Ama işyerinizde sizden
önce işe girmiş sıradan birinin terfisi üzerine , yeteneklerinizden ve verdiğiniz kısa
zamandaki olağanüstü verimlilikten dolayı, değerlendirilmediğinizde isyan eden de
sizsiniz. Peki bu adil mi?
Son olarak, sadece kutuplarda değil Avrupa’da da, elektriklerini kendileri üreten,
teknolojiyi reddeden, topluluklar olduğunu ve bu topluluğun bireylerinin 18 yaşına
geldiklerinde, dış dünyada bir deneme süresi yaşadığını ve bu süre sonunda bugüne
kadar çok azının,  dış dünyada kalmak istediğini söylesem, yaşadığınız dünya için hala
aynı şeyi mi düşünürsünüz ?

SOKAK

 
 
 
 
Kan damarlarına benziyorlar. Dört köşeden gelen insanlar ve arabaları, hurdacı ve oturduğum bahçeyi talan etmiş yeniden düzenlemeye girişmiş adamlar. Kornalarını çalarak yol istiyorlar. Yetişmek için. Belki de insan hep varacağı yere vardığında varmış olmuyordur, kim bilir.  Öyle değil ise niçin hep acele ediyoruz, kim bilir.
Tüm renkleri içime sindirmeye çalışıyorum. Teyzemin çingene pembesi şalvarından, peşmürde hurdacının beyazlaşmış sonra da kirden griye yapışmış saçını, yerde çürümüş, defalarca ezilmiş muz sarısını. Genç bir kız, kulağında kulaklığı, yürürken gülümsüyor, gülümsüyorum. İçim ılınıyor. Sağa doğru kafamı döndürdüğümde hep aynı adamla karşılaşıyorum. Bana bakıyor olsa gerek, o tarafa bakmamaya özen gösteriyorum. Hoş değil hissettirdikleri yüzünün. Dolmuştan inen genç bayan, tek elinde bebeği, bebek arabasını açmaya çalışıyor, ancak çantası olduğu içinde, beceremiyor bir türlü. Ben ona bayağı uzağım. Orada duran erkeklerin hiçbiri el atmıyor seyrediyorlar sakin sakin. Dayanamıyorum olduğum yerden koşup  yardım ediyorum. Teşekkür ediyor. Yüzüme bakmadan. Biraz gocunuyorum. Tekrar yerime oturmak için geri döndüğümde, adamdan, genç olduklarını anladığım bir çift oturuyor. Kadın göz bebeklerini bile, göz kapakları ile örtecek neredeyse simsiyah olmuş baştan aşağı. Gerçi bir başkasının aklıyla düşünmek, başkasının gözleri ile dünyayı görmek, bunlara alışmış bir kadın olsa gerek. İçim acıyor.
Genelde bu durak varış durağı. Sahil kenarının güzel muhitlerinden gelen güzel ve şık giyimli beyler ve bayanlar, şehrin en yoksul ve el değmemiş yerlerinden gelen saçları jöleli beyler ve şalvarlı bayanlar burada buluşuyor, randevusuz. O anda bunları görüyor ve hissediyor olmanın huzurunu içimde hissediyorum. Bulmacanın tüm parçalarının aslında karmaşık bir halde bir bütün olduğuna tüm kalbimle inanmaya başlıyorum. Bu karmaşanın içinden çıkan düzen ayakta tutuyor dünyayı. Herkesin alıştığı,  iyi ya da kötü. Tam da o sırada bir otobüs daha tam da önümde duruyor. Şapkalı bir bey, elli altmış yaşlarında. birilerinin yardımı ile iki basamağı bile zor bela iniyor. Ayaklarında bir problem olduğunu düşünüyorum. Güneş gözlükleri var. O tarafa bakmamaya özen gösteriyorum. Kendini kötü hissetmemesi için. Biraz sonra ise burada kimse yok mu ? diyerek benim yüzümün olmadığı hizada seslendiğini işitiyorum, yanımda olduğu halde. Kör olduğunu algılıyorum. Lütfen biri var ise beni şu köşede bir taksi durağı olacak götürebilir mi ? Derken adamın sıcak yaşlı ellerinden tutmuşum bile. Biraz önce yanımda oturan az önce, iki gencin kasklarını kaçırmayı konuştukları moturun yanında oturan genç polisler, elimden amcayı alıyor. Ben orada  sıcak, hafif bir melodinin son notalarını çalıyorum. Tüm o gürültünün içinde.



7 Aralık 2014 Pazar

Üzgünüm Ama Umutsuz Değilim Hala


  Kırlangıçlar son turlarını atıyorlar telaşla.Leylekler geç gelmenin hüznünden olacak toplanmanın zorluğunu yaşıyor, dönüp duruyorlar tepemizde.Mevsim dönence, biz onu takip edercesine, geriden bakıp kalıyoruz, ertelediğimiz şeylerin utancını kapatan,yapabildiğimiz şeylerin bıraktığı kırıntılarla.Bu arada “Dünya” dediğimiz barınak ise,bize alametlerini gösteriyor ve bizim ona layık gördüklerimizle kararsız.Dünyanın bir yerinde mesela Gazze’de çocuklar ölüme terkediliyor umarsızca,kadınlar göz göre göre satılıyor,tecavüz ediliyor hayasızca.Kuzey kutbunu tüm uyarılara rağmen işgal etmeye çalışan petrolcüler, gözleri dönmüş, kalan çocukların geleceğini karartmak için uğraşıyor.Biz etrafımızı anlamak için ya da anlayamadığımız şeylere mantıklı gerekçeler yaratmaya zaman harcarken; aslında, çoğu, insanüstü kötülüğe gözümüzü kapatarak ilerlediğimizi düşünüyorum.Aynı bilmediğimiz karanlık bir odadan geçerken, gözümüzü kapatıp yol almak suretiyle, karşılaşacağımız şeyi görmemenin, dolayısıyla korkulacak bir şey de  olmadığını hissetmek gibi.Ya gerçekten korkulacak, hem de dehşete düşülecek bir şey var ise.Adamın birinin papağanı varmış.Bu papağan her gün “bugün kıyamet kopacak” diye bağırıyormuş.Adam bir gün dayanamamış ve papağanı kafasından vurup öldürmüş.En azından papağan için kehanet gerçek olmuş.Bizde, kimse bağırmayınca, kıyamet kimsenin başına gelmiyor rehavetini mi yaşıyoruz insanlık olarak acaba.

1942 yılında, yazar Stefan Zweig, Hitler’in kurmak istediği düzenin kalıcı olacağı endişesini duyduğundan, öyle bir dünyada yaşamaktansa eşi ile beraber intihar etmiştir.Yıl 2014, dün oynadığı filmlerle, insanları hayata bağlamak için en iyi yolu bulan insan, Robin Williams, evinde ölü bulundu. İntihar etmiş olabileceği söylendi.Tek düşünebildiğim bu saçmalıklara dayanamayınca yapılacak tek şeyin kaldığını mı düşünüyorlar herşeye rağmen.Bundan emin olamayız ama bir şeyden eminim onu da en güzel anlatanlardan biri de Gabriel Garcia Marquez’di.

“Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir,
sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve
güneşin,göstermesini,beklerdim.
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti
şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.
Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını
hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Ve aşk içinde yaşardım.
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne
kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr.
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak
sağlardım.
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini
öğretirdim
.

 

2 Temmuz 2014 Çarşamba

ZEUS'UN KIZI,HAYAT KUPASI,KABULLENÎŞLER 1 ÎTÎRAZ 0


gününe gittiğimiz halde buna gidemedik. Çünkü kızım gitmek istemedi. Gerekçesi ise okulda birbirlerinin istediği oyunu oynamamışlardı. Pazartesi günü ise;

Kızım ; Doğum gününe gelmedim ben hafta sonu denize girip açılış yaptım.

Doğum günü olan arkadaşı; Keşke beni de alsaydın…

 Kalıplara sokulmadan yaşananlar yadsınmıyor, ayıplanmıyor. Yaş kemale ermeden!, yaptıklarımız ve söylediklerimiz genel anlamda, fikirlerimiz üzerinde daha çok egemen olduğumuz bir gerçek. Her ne kadar söz sahibi olamamanın ötesine geçemese de kendi içsel dünyasının yansımasını, bir ayna kadar gerçek sunabiliyor insan. Zaman ilerledikçe ise şekillenme başlıyor, acımasızca deliyor, parçalıyor, yeniden dikiyor. İşte tam da bu yüzden “HAYIR” diyemeyen ve bu yüzden hayatlarını bir başkasının hayatları olarak yaşayan o kadar çok insan var ki. Özellikle tırnak içine aldım sihirli kelimeyi, her şey hayır diyebilmekte geçiyor aslında. O küçücük kelimenin boyunu ne kadar aştığını fark edebilsek keşke.

  Bu durumun bir de zorunlu boyutu var. Bunlardan biri aile ilişkileri. İçinde bulunduğunuz ortam, bazen aileye yeni katılan üyelerle, bazen de hayatın kimine göre şanssızlıkları ile birlikte katlanılmaz olabilir. Hatta tanıdığınızı zannettiğiniz, kan bağı olan akrabalarınızı bile zaman zaman bir yabancı olarak karşınızda bulabiliyorsunuz. Bunlar, zaman adlı hainin, en katı halinin göstergeleridir. Olayın bir başka boyutu da var ki o ayrı bir yazı konusu. O da o insanın şekillenmeye ne kadar uyumlu olması, direnmeden teslim olması ve onu zorlayan şartlardır.  Zorunlu boyutun diğeri de işyeri. Aynı yerde fikir, zevk, dünya görüşü, ahlak açısından farklı ve ne yazık ki,  çoğu zaman bu farklılığa saygısı olmayan insanların, ortalama sekiz saat bir arada tutulması, bol gerilimli film sahnelerini andırabilir. Bir de arkadaş toplantıları vardır ki içlerinden bir tanesi olur ki senelerdir görmemişsinizdir. Senelik toplantınızda karşılaşırsınız ve ilk söylediği şey saçında ne kadar kırık var olur.! Ama siz “yahu bir kere de adam gibi bir şey söyle” diyemezsiniz. Eve dönerken, içinizden geçirirsiniz “keşke böyle söyleseydim” diye her seferinde.

Her insanın birbirini sevmesi mümkün değildir elbette. Hatta öyle ki bir zamanlar aynı kaşıktan yemeye bile çekinmemiş insanlar zamanla birbirlerinden uzaklaşabilir. Ama bunu karşı tarafın, bilmek en doğal hakkıdır.

25 Nisan 2014 Cuma

Pirelerin Pazarı Ivan Davidkov



Pirelerin Pazarı



Burada nihayet, en son müşteri

Sisli torbasıyla rüzgar olacak

Alacak ufukta batan güneşi

Sonra tren ve kuş sesini alacak



Yağmurun o gümüş dansözlerini

Ve vapurun düdüğünü alacak.

Katlayıp,kenti tüm ışıklarıyla yansıtan

Sen’i

Dergi gibi yan cebine koyacak



Ben de beklemeden gelen akşamı

Satmak fikrindeyim son gözyaşımı

Ama sakıncam da endişem de çok,



Çünkü gurubun yaklaştığı şu anda

Pireler pazarı denen mekanda gözyaşının bile bir değeri yok.

IVAN DAVİDKOV



14 Şubat 2014 Cuma

ZEUS'UN KIZI ;OLUMSUZLUKLARLA YAŞAMAK





 Nereye dönerseniz sıkışmış gibi hissediyorsunuz bazen. Kendinizi, güvende hissetmeniz gereken, evinizde bile. Özellikle bu hafta gelen cinayet haberlerinden sonra çoğu evlerde işleniyor çünkü. Öncelikle, size düzenli bir şekilde haber izlememenizi tavsiye  etmek istiyorum. Cinayetin ve şiddetin, haber olduğunu sanan, medya organlarından en azından. Sonunda faydaları ve zararları abartıla abartıla anlatılan, kırk yıllık meyve, sebze ya da bir ot. Sanki gerilmiş gerilmiş de patlamak üzere olan seyirciyi bir nebze olsun hayata döndürmek için verilen hayat öpücüğü gibi. Aslında tüm bunlara, dışarıdan bakabilme şansını yakalayabilenler, yorumu daha net yapabiliyorlar. Ama ya çarkın içinde dönmeye mahkum olanlar ? Onların ise, haberlerden sonra izledikleri aşk ve ızdırap dolu diziler ilaçları oluyor. Aralara serpilen onlarcası, çoğu zaman dizilerden uzun sürelerde izlettirilen, reklamlara bile katlanacak kadar bağımlılar onlara. Öyle bir tablo çiziyorlar ki haberlerle ve onları sunuş tarzları ile, siz kendinize bir bardak çay demleyip, öyle boş boş oturup, saatlerce dizi ve reklam seyrettiğinizde bile hayıflanmıyorsunuz, kaybolan zamana. Ya da bu kaybolan zamanda, kimlerin neler yaptığına, iyi veya kötü.

 Üretken bir toplum olamadık çağlardır. Köylü, milletin efendisi dedik ama organik tarımı yine başkalarına bıraktık. Dışarıdan, ithal sebze ve meyve aldık. Bilim, teknoloji gelişmenin temelleridir dedik. Onu sadece kullanım kılavuzunu okumak için kullandık, çünkü kullandığımız teknoloji de ithal. Çalışkan olmak yegane temelimiz dedik, çalışmadan para kazanmanın yolları internette tıklanma rekorları kırdı. Biz kimiz, acaba bunlar kim, aynı insanlar mı ? Ya da aynı ülkede değil miyiz anlamadım ??

12.02.2014