31 Ekim 2013 Perşembe

Paravan






 Karanlıkta tek görebildiğim, yolun kenarında, bariyerin öte tarafında, deli gibi sağa sola sallanan çalılıklardı. Zifiri karanlığın sakladığı rüzgar, farlar sayesinde onları açıkta bırakmıştı. Bir süre sonra, yolu artık görmemeye, sadece çalılıkları izlemeye koyulduğumu farkettim, acı bir fren sesiyle. Oldukça yavaşlamış olmalıyım ki arkamdaki araba, bana son anda çarpmamıştı. Otomobilin içindeki sessizlik ve durağanlık dışarıdaki fırtınayı delip geçiyordu,  saatte yüz km ile. Sağ kulağımın içindeki titreme de olmasa ah, bütün dengemi alt üst ediyordu. İşte o da beni delip geçiyor, rüzgarları içime taşıyordu sanki.

 Kulağımdaki titreme dayanılmaz bir hal alınca, sonuna kadar açtığım kulaklığımda, Edith Piaf, tüm haşmetiyle söyleniyordu, kendi hayatının acımasızlığını haykırıyordu neşe içinde, herşeye rağmen mutlu olunabileceğini. Biraz sonra şehrin içindeki gördüğüm herşey ama herşey  bir kamera anıydı, ben gördükten sonra dağılan ve bir başka şekle bürünmek üzere değişen film stüdyoları.

 Eve vardığımda biraz hafiflemiş olan acım, derin bir yara açacaktı emindim. Yaralar, oradaki hücrelerin yenilenme çabalarından dolayı renk değiştirirler. Aynı renk oluncaya kadar o yara, derimle, kim bilir ne kadar bekleyeceğim.  Ayrılık mı zor, ölüm mü diye düşünürken kapı çalındı. Gelen, kendimdi. Bir kadeh ve bir şarap almış en iyisinden. Hiç konuşmadan içeri girdi. En sevdiğim tekli koltuğa oturup;

- Sevmek, bir başkasının yaşamını yaşamaktır. dedi.

Ben ne demek istediğini tartarken, çoktan kendim için sandığım kadehi doldurmuş yudumluyordu. Keyiften, içmeden sarhoş olmuş gibiydi.

-Bir kadın olmak, aynı zamanda, biraz erkek de olmak demektir. Bir erkek için ise, daha çok kadın olmak gerekir ki, anca doğuştan itibaren yerleştirilen, o katılık hissi yumuşasın. Dedim.

Ağzımdan çıkan kelimeler bir tiyatro suflesini andırıyordu.  Bir kukla gibi olmuştum, kendimin oynattığı. Acımak, acınmak denemelerim sonsuz bir hal almıştı. Beni aynanın kurtaracağı hissi ile gittiğim anda,

-Gerçek ile asla yüz yüze gelmek istemediğimi.

 söyledi bana kendim. Çünkü evdeki tüm aynalar ters döndürülmüştü. Peki nasıl oluyordu da ben kendimi reddederken o beni inkar etmiyordu. Sarıldım, uyumuşum sımsıcaktı, ölüm kucağımda ayrılıkla da olsa.

3 Ekim 2013 Perşembe

Barış

Barış, sen zincirlendiğin yer, her nerdeyse, kaç kurtul. Biz seni

kurtaramıyoruz. Umutları kaybetmemek için elimizden geleni yaptık, ama

olmadı. Oyunun senaryosunu değiştirmek için, tüm oyunu tekrar tekrar

seyretmek zorunda kalsak bile, en ufak bir kıvılcımı iyiliğe ve güzele

dönüştüremedik . Ama onlar çok güçlü, tek gözü olan bir devle mücadele

eden, bir sivrisinek misaliyiz. Bizde uyutmuyoruz geceleri, uyutmayacağız.

Nasıl her seferinde onlar kazanıyor. Bir terslik , bir dengesizlik olmalı bu

işte. Putin misali,

 Putin bir okula yaptığı ziyarette tahtaya bir resim çizer, resmi kimse

anlamaz. Tam Putin sınıftan çıkmak üzere iken, bir çocuk kalkıp, Putin’e

sorar.

-Ne çizdiniz anlamadım diye.

-Kedi, der Putin

Ama sınıfın, resmi, kediye benzetemediğini söylemeleri üzerine, Putin, bu

kedinin arkadan görünüşü der.

Acaba, bizim bu olanları anlamamızın sebebi, sadece algımızdan mı

kaynaklanıyor. Herkesin bildiği, ama bazılarının anlamak istemediği

şeyleri de, haykırmak ne derece etkili olur, ondan da emin değilim.

Zira, onca savaş karşıtı çığırtkanlığına karşın sabah Washington Post

gazetesinin tweetlerinin birinde “USA komitesinin Suriye’ye müdaheleyi

desteklediğinden bahsederken diğerinde” do you eat chichen or

turkey””yani tavuk mu hindi mi yersin” vardı. Öte yanda ölecek o kadar

insanın şimdiden hikayeleri hazırdı. Onların resimleri kafalarından çizilebilir

miydi? O halde kimse tanır mıydı onları acaba ? Şuna eminim ki, böylelikle ,

hepsinin, beyaz sayfada kaplayacakları alan daha dar olacaktı.

Barış, sen zincirlendiğin yer, her nerdeyse, kaç kurtul. Biz, seni

kurtaramıyoruz. Umutları kaybetmemek için elimizden geleni yaptık, ama

olmadı.

Yağmuru Öldürmek

Nereden başlayacağımı, bilemiyorum. Ne kadar deli bir hafta geçirdim.

Hala başım dönüyor. İki kızımın da, kendi hayatlarında milat olacak

tarihlerini yaşadık. Biri, İlkokul birinci sınıfa başladı ki, hiçbir şey anlamadık,

yardımları sayesinde, bize hiç iş bırakmadı, sağ olsun. Ama ufaklığımız,

kreşi, ablasının okulu gibi hayal etmediği için, yarım bırakmak zorunda

kaldı. İki günlük İstanbul ziyaretim ise, büyük şehirlerin, aslında ne kadar

dolu olduğunun, bir göstergesi gibiydi.

 Hayatın en güzel yanı, sıfırdan başlanılan öğrenme durumunun, bile

bile çocuk doğurularak, tekrar sıfıra indirgenmesidir. Aslında, defalarca

geçtiğin , sağa sola bakmadan, adet ve göreneklere göre, taklit ederek,

kulaktan dolma, bazen de gözü kapalı ilerlediğin yollarda, çocuğunu

büyütürken, tekrar gezindiğindeki farklılıklardır. En zor yanı ise, onlara

imreniyorsun. Bir sürü hakları var, yanlış yapmak için, ama doğruları

bildiğin halde, anlatamıyorsun. Yani önceden bilmek, çoğu zaman hiçbir işe

yaramıyor.

 Aynı, defalarca tekrar eden, büyük insanların yaptığı yanlışlar gibi.

Zülfü Livaneli’nin son romanı Son Ada’dan, sonra bir şeyler yazmak

çok anlamsız geliyor bana. Çünkü yaşadığımız, geri döndüremediğimiz

hayatta, yaptığımız yanlışların etiketi, çok pahalı oluyor. Bir saatte okuyup,

bitirebileceğiniz bu roman, size bundan sonrası için, ancak bir çocuğun

dinlediği kadar etki yapacaktır. Çünkü bundan önce yazılanlar da ancak o

kadar etkili oldu ki, hala aynı yanlışları yapmaya devam ediyoruz. Ya da

doğru insanlar okumuyor bu romanları ! Hangisi olduğunu, zamana ve size

bırakıyorum, bundan sonrası için. Belki de bu da bizim için bir milattır.

Okula Başladım

Nereden başlayacağımı, bilemiyorum. Ne kadar deli bir hafta geçirdim.

Hala başım dönüyor. İki kızımın da, kendi hayatlarında milat olacak

tarihlerini yaşadık. Biri, İlkokul birinci sınıfa başladı ki, hiçbir şey anlamadık,

yardımları sayesinde, bize hiç iş bırakmadı, sağ olsun. Ama ufaklığımız,

kreşi, ablasının okulu gibi hayal etmediği için, yarım bırakmak zorunda

kaldı. İki günlük İstanbul ziyaretim ise, büyük şehirlerin, aslında ne kadar

dolu olduğunun, bir göstergesi gibiydi.

 Hayatın en güzel yanı, sıfırdan başlanılan öğrenme durumunun, bile

bile çocuk doğurularak, tekrar sıfıra indirgenmesidir. Aslında, defalarca

geçtiğin , sağa sola bakmadan, adet ve göreneklere göre, taklit ederek,

kulaktan dolma, bazen de gözü kapalı ilerlediğin yollarda, çocuğunu

büyütürken, tekrar gezindiğindeki farklılıklardır. En zor yanı ise, onlara

imreniyorsun. Bir sürü hakları var, yanlış yapmak için, ama doğruları

bildiğin halde, anlatamıyorsun. Yani önceden bilmek, çoğu zaman hiçbir işe

yaramıyor.

 Aynı, defalarca tekrar eden, büyük insanların yaptığı yanlışlar gibi.

Zülfü Livaneli’nin son romanı Son Ada’dan, sonra bir şeyler yazmak

çok anlamsız geliyor bana. Çünkü yaşadığımız, geri döndüremediğimiz

hayatta, yaptığımız yanlışların etiketi, çok pahalı oluyor. Bir saatte okuyup,

bitirebileceğiniz bu roman, size bundan sonrası için, ancak bir çocuğun

dinlediği kadar etki yapacaktır. Çünkü bundan önce yazılanlar da ancak o

kadar etkili oldu ki, hala aynı yanlışları yapmaya devam ediyoruz. Ya da

doğru insanlar okumuyor bu romanları ! Hangisi olduğunu, zamana ve size

bırakıyorum, bundan sonrası için. Belki de bu da bizim için bir milattır.

İhtilaflı Alanlar

İhtilaflı Alanlar; İstanbul Bienali kapsamında, Fransız Kültür Merkezi’nde sahne alan

bu kısa film, gezi olaylarını, geçmişten günümüze, yurt dışında benzeri alıntılarla,

ilginç görüntülerle, tekrar gözler önüne sermiş.(Tamamında Fransızca ve İngilizce

kullanıldığından benim anladığım buydu diyebilirim) Bu başlık altında o kadar çok şey

barındırabilirsiniz ki.

 İnsanların her şeyi ya da bir kısım şeyi bildiğini farzederek sanat üretilebilir mi ? Bu

soruya cevap bulmakta çok zorlandım. Sanat, bir insanın kendini anlatması ise karşı

tarafın ne bildiğinin önemi yok, kabul ediyorum. Ancak, anlattığınızın, ne kadarının,

anlaşılması gerektiğini, hesaba katmanız , göz önünde bulundurmanız gereken bir

husus değil midir ? Hangi sanatçı anlatmak ya da tarif etmek istediği şeyin tam olarak

anlaşılmasını istemez ki ? “Sanat, tabiata ilave edilmiş insandır.” Bacon’un dediği gibi

ise, insanı, insanın anlaması gerekmez mi?

Yaşadığımız şu günlerde, ihtilaflı alanların genişlemesi, genişleyerek en dar yerlere bile

girmesi, örnek olarak, beğenmediği yemeği yapan aşçıyı, bıçaklamaya varacak kadar

olayı kişiselleştiren insanların varlığı, cehaletin ve anlamsızlığın doruk noktasıdır. Ben,

bu adam için sanat yapmıyorum diyebilir mi? bir sanatçı bilemiyorum.. Peki eserini

veren sanatçı, bu cehaletin, oy verdiği iktidarla, yönetilirse ne olur ……….

.Zira “Bir kitabın zaferi okuyana bağlıdır.”diyor bir Latin Atasözü.

 En önemlisi de belirtmeden geçemeyeceğim bir husus daha var, konu sanat olunca.

Reklamlara harcanan onca paralara rağmen, genç, pırıl pırıl, ödül üzerine ödül alan

müzisyenlerimizin müzik aletlerini alabilmek için, sponsor bulamamaları ve hatta üstün

yeteneklerinden dolayı kazandıkları, ücretsiz yurt dışı burslarını bile, oradaki geçimlerini

sağlayacak maddi imkanı bulamadıklarından, bu eğitimden mahrum kalmaları bana bir

şeylerin doğru gitmediği izlenimini veriyor.