6 Aralık 2013 Cuma

Placebo Yanılgısı


ZEUS’UN KIZI; PLACEBO YANILGISI





Size öyle bir sihir yapıyorum ki, placebo adında, bir bonbon şekeri de alsanız, ağrılarınız azalıyor. Hem de daha ilaç kana karışmadan, on dakika kadar kısa bir süre içinde, dertlerinizden kurtuluyorsunuz.  Şimdi biraz daha aydınlatalım konuyu isterseniz. İlaç araştırmalarında kullanılan etkisiz bir ilaçtır “placebo”. Bir ilacın etkilerini araştırırken,  bir grup etkisi incelenen yeni  ilacı alırken, diğer grup ta etkisiz eleman olan placeboyu alır. Esas önemlisi, bu tahlilleri değerlendirecek doktorlarında, hangi grubun placeboyu aldığını bilmemesidir.  Ama placebo, farmakolojik olarak etkisiz madde bile olsa, yapılan araştırmalara göre, ağrılı durumlarda ve hatta depresyonda bile %30 etkisi olduğu ortaya çıkmıştır.  Beynin iyileştirici gücünün etkisi. Başka bir şekilde açıklanabilir mi ? Negatif ve pozitif düşünce farkının insan üzerinde etkisi yadsınamaz.

 Yalnız burada çok ince bir çizgi var. İnsanların olumlu düşünceler üreterek kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak, bir süre sonra onları ne kadar duyarsızlaştırabilir. Özellikle kendileri ile ilgili olmayan ama toplumu ilgilendiren sorunlar konusunda. Şiddet görmeyen bir kadın, şiddet gören bir kadını ne kadar destekler, ya da engelli olmayan biri engelli için uygun olmayan bir ortamı, ona  uygunsuzluğunu nasıl anlar. Bunu nasıl bir irade, nasıl bir eğitim ile sağlayabilirsiniz. Sosyal sorumluluk içeren eğitimler, insanlara çok erken yaşta aşılanmalı, bunun gerekliliği anlatılmalıdır. Birbirinin hakkını ortak platformlarda koruyan toplumlar, ancak daha ileri düzeyde uygarlaşabilirler.

 Placeboyu dozunda kullanmanız dileğiyle………





04.12.2013

21 Kasım 2013 Perşembe

Ayrılık Antlaşması


 Yeni yapılan düzenlemelere göre, ayrılmak isteyen çiftler, hakim ve savcılar tarafından, sosyolog ve psikologlara yönlendirilecekmiş.  Bu sistem sayesinde, deneme sahalarında bile, 450 çiftin, 75 i boşanmaktan vazgeçmiş. Bu rakam, boşanmalarda, çocukların psikolojileri de göz önünde bulundurulursa, sevindirici bir gelişme. Çünkü halen, Türkiye’de, bazı verilere göre, her yıl  120.000 çift boşanıyor.

 Boşanma, maddi sıkıntılar kadar, manevi eksiklik hislerinden de kaynaklanıyor. Yaşanılan düğün öncesi peri masalı, düğünden sonra maskeleri düşürüveriyor. Bu, en çok kadını tahrip eden, bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Belki, burada biraz feminen,  bir bakış açısı yakalamış olabilirsiniz. Ancak, kendimi tenzi ederim ki gerçekler hiç de öyle değil. Kadın, doğası gereği, erkekten, daha romantik olabilir. Ancak, flört döneminde, traşsız ve parfümsüz karşılaşmadığınız biri ile, aynı şekilde saçı yapılı olmayan ve makyajsız bir kadınla, sabah aynı yatakta uyanmadığınız biri ile  , aynı evde olmak özellikle,  kısa süreli evlilik öncesi ilişkileri olan çiftler için, hiç de hoş bir sürpriz olmuyor. Tabi, boşanma sebeplerinde, dayak ve şiddeti, unutmamak lazım. Gerçi, çoğu tehdit nedeni ile boşanma safhasına bile gelemiyor, orası ayrı mesele.

 Bence, boşanmak, evliliklerin sağlıklı yapılmadığının, bir kanıtı gibi. Aslında fotoğraf belli iken, ortam ve şartlar nedeniyle, görüntü farklı renkler içerebiliyor. Ancak National Geographıc’ in ekim sayısında bir fotoğraf var ki bunun kanıtı gibi. 65-70 yaşlarında bir adam yanında 17 yaşında bir kız ,damat ve gelin, kızım bu resmi gördüğünde şöyle dedi.

 -Kral ve prenses.

Bazı şeyler öyle açık ki aslında.  Ama görmek istemiyoruz. Aynı bu fotoğrafın asla olmaması gerektiğini bildiğimiz gibi.



20.11.2013

19 Kasım 2013 Salı

10 Kasım 2013


 Eylem ve icraatlar, toplumları ikiye bölmek için değil, ortak bir kararda uzlaştırıcı olmak için atılan adımlar olmalıdır. Evrensel olarak, ekonomik ve toplumsal anlamda, ileri gitmenin bir çok yolu var. Ama bu yollardan hiçbiri, toplumu, çeşitli kitlelere ayırmaktan geçmez. Bu, o millete yapılacak en kötü harekettir. Onu, o meşhur muasır medeniyetler zirvesinden daha da uzaklaştırır.  Aşağıda resmini ekleyeceğim tabloda üst sıralarda olmak hangi millet istemez ? Ya bu sıralara girdiğiniz zaman, işinde gücünde çalışan insanların, daha fazla kazanacaklarını, daha kültürlü olacaklarını, daha adil yönetileceklerini, kısacası daha iyi şartlarda yaşayacaklarını bilseler. Peki kim sizi bu listelere girmekten alıkoyan.

2010 yılı İnsani Gelişmişlik Raporunda (IGR)Türkiye için  İnsani Gelişme Endeksinin Gelişimi ve Sıralaması

Yıl                                   Türkiye Sıralaması                                         Ülke Sayısı               Orta Noktadan Bakınız

1980                                          57                                                              95                           10 basamak aşağı

1990                                         71                                                               119                        11 basamak aşağı

1995                                        74                                                                 131                          8 basamak aşağı

2000                                        68                                                                 139                       2 basamak aşağı

2005                                        82                                                                 169                        3 basamak yukarıda

2009                                        84                                                                169                         1 basamak yukarıda

2010                                        83                                                                169                         2 basamak yukarıda

Mehter marşını bilmeyenimiz yoktur. Bu marş ile ne kadar ileri gidebiliriz ki ? Bunu deneyen olmuş mudur bilemiyorum.  Ama sözümü Kemal Atatürk’ten bir alıntı ile bitirmek istiyorum.



-“Türk milletinin istidadı ve kesin kararı, medeniyet yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir.”  Mustafa Kemal Atatürk

8 Kasım 2013 Cuma

2213


Ben size bugün, protein açısından, yediklerinin bile hesaplandığı ya da gündüz yorulduğu düşünülüp, akşama erken yatırılmaya çalışılan çocuklardan, bahsetmeyeceğim.  İşkence ve şiddet gören, bağımlı,  istismara uğramış, özürlü, küçük yaşta çalıştırılan,  çocuklardan bahsedeceğim.

 23 Nisan bayramlarında, makam koltuklarında oturtulup, bir günlük yürütme beklediğimiz bu  çocukların hakları, daha sonra nedense, bir daha hatırlanamayan, kötü diziler gibi oluyorlar. Ülkemizin,  taraf  olduğu, Çocuk Hakları Sözleşmesi,  02.09.1990 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu belge, insanların, 18 yaşına kadar çocuk olduklarını kabul ederek,  onlara,  barışçıl ve  ayrımsız  bir ortam sağlamayı taahhüt eder. Bildirgedeki katılım hakkından bahsetmeyeceğim. Çünkü normalde çocukların derneklere üye olmaya hakkı varken bu bildirgeye göre, Türkiye’de üye olma yaşı halen 18 yaş sınırıdır.

Yapılan istatistiklere göre, sokakta yaşayan çocukların sayısı 2213 tür. Bu sayı onların ne şartlarda yaşadığının, inanılmaz permütasyonlarına ışık tutuyor.  Size, İstanbul Barosu’nun bilgilerinden bir kısmını, aktarmak istiyorum.

* 1990-2003 yılları arasında 544 mayın patlamasında 284 çocuk yaşamını yitirdi, 253’ü de yaralandı.
* 2003 yılında işkence gördüğü tespit edilen 779 kişiden 96’sı çocuktu.
* 2003 yılında şiddet içeren 109 bin olayda 10 bin 383 çocuk fiziki ve manevi zarar gördü.
* 2003 yılında aile içinde yaşanan 5.142 şiddet olayında 424 çocuk şiddete maruz kalarak yaralandı.
* 2003 yılında polis tarafından haklarında işlem yapılan çocuk sayısı 83 bin 249 olarak tespit edildi.
* 2003 yılında 57 bin 587 çocuğun bağımlılık içeren madde kullandığı tespit edildi.
* 2003 yılında 640 bin kız çocuğu okula gönderilmeyerek eğitim hakkından mahrum kaldı.
* Türkiye'de ilköğretime devam oranı kız çocuklarının yüzde 69 erkek çocukların yüzde 73, ortaöğretime kayıt oranı ise kızlarda yüzde 48, erkeklerde yüzde 67.*

İçiniz daralmıştır umarım.  Ama bunlarla bitmiyor.

* Hiç aşı olmayan çocuk sayısı yüzde 4, 12-23 aylık bebeklerin ise yalnızca yüzde 41'i aşılı.
* Türkiye'de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde.
* 4-18 yaşları arasındaki çocuk nüfusu içinde 1 milyon 100 bin özürlü çocuk bulunuyor. 45 bin görme, 130 bin işitme, 500 bin zihinsel, 300 bin hareket engelleri olan özürlü çocuklar için verilen eğitim ise yetersiz.

* Türkiye'de 6-18 yaş grubundaki çalışan çocuk sayısı 6 milyon sınırında, çalışan çocukların yüzde 30'u okula gitmiyor.
* Türkiye'de koruma altındaki çocuk sayısı 16 bin 595, çocuğa karşı işlenen suçlarda son 5 yıldaki artış yanında çocukların işlediği suçlarda da artış olmuştur.
* Türkiye'de çocuk ihmali ve istismarı yaygın. Çocuk istismarının en yüksek oranını psikolojik ve fiziksel istismar türleri oluşturuyor. Çocuklar reklâm, müzik ve gösteri dünyasında yoğun bir şekilde tecimsel yaklaşımlarla istismar ediliyor.'

2213 bir film ismi değil, ama uzun bir roman olacak kadar, kısa bir isim.

31 Ekim 2013 Perşembe

Paravan






 Karanlıkta tek görebildiğim, yolun kenarında, bariyerin öte tarafında, deli gibi sağa sola sallanan çalılıklardı. Zifiri karanlığın sakladığı rüzgar, farlar sayesinde onları açıkta bırakmıştı. Bir süre sonra, yolu artık görmemeye, sadece çalılıkları izlemeye koyulduğumu farkettim, acı bir fren sesiyle. Oldukça yavaşlamış olmalıyım ki arkamdaki araba, bana son anda çarpmamıştı. Otomobilin içindeki sessizlik ve durağanlık dışarıdaki fırtınayı delip geçiyordu,  saatte yüz km ile. Sağ kulağımın içindeki titreme de olmasa ah, bütün dengemi alt üst ediyordu. İşte o da beni delip geçiyor, rüzgarları içime taşıyordu sanki.

 Kulağımdaki titreme dayanılmaz bir hal alınca, sonuna kadar açtığım kulaklığımda, Edith Piaf, tüm haşmetiyle söyleniyordu, kendi hayatının acımasızlığını haykırıyordu neşe içinde, herşeye rağmen mutlu olunabileceğini. Biraz sonra şehrin içindeki gördüğüm herşey ama herşey  bir kamera anıydı, ben gördükten sonra dağılan ve bir başka şekle bürünmek üzere değişen film stüdyoları.

 Eve vardığımda biraz hafiflemiş olan acım, derin bir yara açacaktı emindim. Yaralar, oradaki hücrelerin yenilenme çabalarından dolayı renk değiştirirler. Aynı renk oluncaya kadar o yara, derimle, kim bilir ne kadar bekleyeceğim.  Ayrılık mı zor, ölüm mü diye düşünürken kapı çalındı. Gelen, kendimdi. Bir kadeh ve bir şarap almış en iyisinden. Hiç konuşmadan içeri girdi. En sevdiğim tekli koltuğa oturup;

- Sevmek, bir başkasının yaşamını yaşamaktır. dedi.

Ben ne demek istediğini tartarken, çoktan kendim için sandığım kadehi doldurmuş yudumluyordu. Keyiften, içmeden sarhoş olmuş gibiydi.

-Bir kadın olmak, aynı zamanda, biraz erkek de olmak demektir. Bir erkek için ise, daha çok kadın olmak gerekir ki, anca doğuştan itibaren yerleştirilen, o katılık hissi yumuşasın. Dedim.

Ağzımdan çıkan kelimeler bir tiyatro suflesini andırıyordu.  Bir kukla gibi olmuştum, kendimin oynattığı. Acımak, acınmak denemelerim sonsuz bir hal almıştı. Beni aynanın kurtaracağı hissi ile gittiğim anda,

-Gerçek ile asla yüz yüze gelmek istemediğimi.

 söyledi bana kendim. Çünkü evdeki tüm aynalar ters döndürülmüştü. Peki nasıl oluyordu da ben kendimi reddederken o beni inkar etmiyordu. Sarıldım, uyumuşum sımsıcaktı, ölüm kucağımda ayrılıkla da olsa.

3 Ekim 2013 Perşembe

Barış

Barış, sen zincirlendiğin yer, her nerdeyse, kaç kurtul. Biz seni

kurtaramıyoruz. Umutları kaybetmemek için elimizden geleni yaptık, ama

olmadı. Oyunun senaryosunu değiştirmek için, tüm oyunu tekrar tekrar

seyretmek zorunda kalsak bile, en ufak bir kıvılcımı iyiliğe ve güzele

dönüştüremedik . Ama onlar çok güçlü, tek gözü olan bir devle mücadele

eden, bir sivrisinek misaliyiz. Bizde uyutmuyoruz geceleri, uyutmayacağız.

Nasıl her seferinde onlar kazanıyor. Bir terslik , bir dengesizlik olmalı bu

işte. Putin misali,

 Putin bir okula yaptığı ziyarette tahtaya bir resim çizer, resmi kimse

anlamaz. Tam Putin sınıftan çıkmak üzere iken, bir çocuk kalkıp, Putin’e

sorar.

-Ne çizdiniz anlamadım diye.

-Kedi, der Putin

Ama sınıfın, resmi, kediye benzetemediğini söylemeleri üzerine, Putin, bu

kedinin arkadan görünüşü der.

Acaba, bizim bu olanları anlamamızın sebebi, sadece algımızdan mı

kaynaklanıyor. Herkesin bildiği, ama bazılarının anlamak istemediği

şeyleri de, haykırmak ne derece etkili olur, ondan da emin değilim.

Zira, onca savaş karşıtı çığırtkanlığına karşın sabah Washington Post

gazetesinin tweetlerinin birinde “USA komitesinin Suriye’ye müdaheleyi

desteklediğinden bahsederken diğerinde” do you eat chichen or

turkey””yani tavuk mu hindi mi yersin” vardı. Öte yanda ölecek o kadar

insanın şimdiden hikayeleri hazırdı. Onların resimleri kafalarından çizilebilir

miydi? O halde kimse tanır mıydı onları acaba ? Şuna eminim ki, böylelikle ,

hepsinin, beyaz sayfada kaplayacakları alan daha dar olacaktı.

Barış, sen zincirlendiğin yer, her nerdeyse, kaç kurtul. Biz, seni

kurtaramıyoruz. Umutları kaybetmemek için elimizden geleni yaptık, ama

olmadı.

Yağmuru Öldürmek

Nereden başlayacağımı, bilemiyorum. Ne kadar deli bir hafta geçirdim.

Hala başım dönüyor. İki kızımın da, kendi hayatlarında milat olacak

tarihlerini yaşadık. Biri, İlkokul birinci sınıfa başladı ki, hiçbir şey anlamadık,

yardımları sayesinde, bize hiç iş bırakmadı, sağ olsun. Ama ufaklığımız,

kreşi, ablasının okulu gibi hayal etmediği için, yarım bırakmak zorunda

kaldı. İki günlük İstanbul ziyaretim ise, büyük şehirlerin, aslında ne kadar

dolu olduğunun, bir göstergesi gibiydi.

 Hayatın en güzel yanı, sıfırdan başlanılan öğrenme durumunun, bile

bile çocuk doğurularak, tekrar sıfıra indirgenmesidir. Aslında, defalarca

geçtiğin , sağa sola bakmadan, adet ve göreneklere göre, taklit ederek,

kulaktan dolma, bazen de gözü kapalı ilerlediğin yollarda, çocuğunu

büyütürken, tekrar gezindiğindeki farklılıklardır. En zor yanı ise, onlara

imreniyorsun. Bir sürü hakları var, yanlış yapmak için, ama doğruları

bildiğin halde, anlatamıyorsun. Yani önceden bilmek, çoğu zaman hiçbir işe

yaramıyor.

 Aynı, defalarca tekrar eden, büyük insanların yaptığı yanlışlar gibi.

Zülfü Livaneli’nin son romanı Son Ada’dan, sonra bir şeyler yazmak

çok anlamsız geliyor bana. Çünkü yaşadığımız, geri döndüremediğimiz

hayatta, yaptığımız yanlışların etiketi, çok pahalı oluyor. Bir saatte okuyup,

bitirebileceğiniz bu roman, size bundan sonrası için, ancak bir çocuğun

dinlediği kadar etki yapacaktır. Çünkü bundan önce yazılanlar da ancak o

kadar etkili oldu ki, hala aynı yanlışları yapmaya devam ediyoruz. Ya da

doğru insanlar okumuyor bu romanları ! Hangisi olduğunu, zamana ve size

bırakıyorum, bundan sonrası için. Belki de bu da bizim için bir milattır.

Okula Başladım

Nereden başlayacağımı, bilemiyorum. Ne kadar deli bir hafta geçirdim.

Hala başım dönüyor. İki kızımın da, kendi hayatlarında milat olacak

tarihlerini yaşadık. Biri, İlkokul birinci sınıfa başladı ki, hiçbir şey anlamadık,

yardımları sayesinde, bize hiç iş bırakmadı, sağ olsun. Ama ufaklığımız,

kreşi, ablasının okulu gibi hayal etmediği için, yarım bırakmak zorunda

kaldı. İki günlük İstanbul ziyaretim ise, büyük şehirlerin, aslında ne kadar

dolu olduğunun, bir göstergesi gibiydi.

 Hayatın en güzel yanı, sıfırdan başlanılan öğrenme durumunun, bile

bile çocuk doğurularak, tekrar sıfıra indirgenmesidir. Aslında, defalarca

geçtiğin , sağa sola bakmadan, adet ve göreneklere göre, taklit ederek,

kulaktan dolma, bazen de gözü kapalı ilerlediğin yollarda, çocuğunu

büyütürken, tekrar gezindiğindeki farklılıklardır. En zor yanı ise, onlara

imreniyorsun. Bir sürü hakları var, yanlış yapmak için, ama doğruları

bildiğin halde, anlatamıyorsun. Yani önceden bilmek, çoğu zaman hiçbir işe

yaramıyor.

 Aynı, defalarca tekrar eden, büyük insanların yaptığı yanlışlar gibi.

Zülfü Livaneli’nin son romanı Son Ada’dan, sonra bir şeyler yazmak

çok anlamsız geliyor bana. Çünkü yaşadığımız, geri döndüremediğimiz

hayatta, yaptığımız yanlışların etiketi, çok pahalı oluyor. Bir saatte okuyup,

bitirebileceğiniz bu roman, size bundan sonrası için, ancak bir çocuğun

dinlediği kadar etki yapacaktır. Çünkü bundan önce yazılanlar da ancak o

kadar etkili oldu ki, hala aynı yanlışları yapmaya devam ediyoruz. Ya da

doğru insanlar okumuyor bu romanları ! Hangisi olduğunu, zamana ve size

bırakıyorum, bundan sonrası için. Belki de bu da bizim için bir milattır.

İhtilaflı Alanlar

İhtilaflı Alanlar; İstanbul Bienali kapsamında, Fransız Kültür Merkezi’nde sahne alan

bu kısa film, gezi olaylarını, geçmişten günümüze, yurt dışında benzeri alıntılarla,

ilginç görüntülerle, tekrar gözler önüne sermiş.(Tamamında Fransızca ve İngilizce

kullanıldığından benim anladığım buydu diyebilirim) Bu başlık altında o kadar çok şey

barındırabilirsiniz ki.

 İnsanların her şeyi ya da bir kısım şeyi bildiğini farzederek sanat üretilebilir mi ? Bu

soruya cevap bulmakta çok zorlandım. Sanat, bir insanın kendini anlatması ise karşı

tarafın ne bildiğinin önemi yok, kabul ediyorum. Ancak, anlattığınızın, ne kadarının,

anlaşılması gerektiğini, hesaba katmanız , göz önünde bulundurmanız gereken bir

husus değil midir ? Hangi sanatçı anlatmak ya da tarif etmek istediği şeyin tam olarak

anlaşılmasını istemez ki ? “Sanat, tabiata ilave edilmiş insandır.” Bacon’un dediği gibi

ise, insanı, insanın anlaması gerekmez mi?

Yaşadığımız şu günlerde, ihtilaflı alanların genişlemesi, genişleyerek en dar yerlere bile

girmesi, örnek olarak, beğenmediği yemeği yapan aşçıyı, bıçaklamaya varacak kadar

olayı kişiselleştiren insanların varlığı, cehaletin ve anlamsızlığın doruk noktasıdır. Ben,

bu adam için sanat yapmıyorum diyebilir mi? bir sanatçı bilemiyorum.. Peki eserini

veren sanatçı, bu cehaletin, oy verdiği iktidarla, yönetilirse ne olur ……….

.Zira “Bir kitabın zaferi okuyana bağlıdır.”diyor bir Latin Atasözü.

 En önemlisi de belirtmeden geçemeyeceğim bir husus daha var, konu sanat olunca.

Reklamlara harcanan onca paralara rağmen, genç, pırıl pırıl, ödül üzerine ödül alan

müzisyenlerimizin müzik aletlerini alabilmek için, sponsor bulamamaları ve hatta üstün

yeteneklerinden dolayı kazandıkları, ücretsiz yurt dışı burslarını bile, oradaki geçimlerini

sağlayacak maddi imkanı bulamadıklarından, bu eğitimden mahrum kalmaları bana bir

şeylerin doğru gitmediği izlenimini veriyor.

30 Eylül 2013 Pazartesi

Ölüm Bulutu


Yaralı bir karga
Sığınacak yeri kalmamış
Ne yapacağını düşünürken damda
Martinin yediği kirlangicı görür arkasında
Tam da aşağı bırakacakken kendini
Umut bu kadar yakında


Yaralı bir karga
Sığınacak yeri kalmamış
Ne yapacağını düşünürken damda
Martinin yediği kirlangicı göremez arkasında
Kendini aşağıya birakiverir
Umut bu kadar uzakta Ag

29 Ağustos 2013 Perşembe

Etki, Tepki, Alıntı




TANRILAR OKULU   //Stefano Elio D’Anna

“Benlik düzeyimiz yaşamımızı kendisine çeker.Ve her şey senden kaynaklanır.Gördüğün ve dokunduğun her şey senin varlığının,noksanlığının ve içindeki  boşluğun dışa yansıyan görüntüsüdür.Yaşamda boşluklar yoktur.Eğer sen,kendini yeni bir biçimde düşünmeye ve davranmaya zorlayarak bunları doldurmazsan,bunu senin adına tüm zalimliğiyle o yapacaktır.
                                                         
 En yüce zafer kişinin kendisini yenmesidir.Hiçbir dış olayın ya da koşulun kendi içinde yaralar açmasına ya da benliğini karalamasına izin vermemektir.

 İnsanlık,doğuştan kendinin olan haktan bir kez vazgeçince ve bütünlüğünü unutunca,sefaletine bir son verebilmek için,bir çare olarak ölümü icat etti.İnsan zor bir iş olan kendisini,kendi ve eksikliklerini yenmeye çalışmak yerine,ölmeyi yeğliyor.Oysa ölüm bir çözüm değildir.İnsan daima bıraktığı yerden başlar.

Dünya çiğnediğin bir sakız parçasıdır,dişlerinin biçimini alır.”

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ  /Milan Kundera

“Ruhunun tayfaları bedeninin güvertesine fırlayıp çıktılar bir anda.”

ÖLÜM BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ/Jose Saramago          

“Ümitlerin kaderi, biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır,  işte bu yüzden bunca hayal kırıklığına rağmen silinip gitmemişlerdir.”

SEVGİYLE EĞİTMEK/ SHİNİCHİ SUZUKİ



“Bülbülün kaderini,hayatının ilk ayı belirler.İlk dinlediği öğretmen gibi şakır.

Bir kenevir tohumunu alıp,yetiştirin ve her gün bu bitkinin üzerinden atlayın.Kenevir çabuk büyüyen bir bitkidir.Onu her gün izleyen birisi için öyle gelmez.Ama her saat büyür.Kişi eğer büyüyen kenevir ile sürekli çalışırsa o zaman üzerinden zorlanmadan kolayca atlaması mümkündür.İnsanın ana dilini kolayca kullanmasının ipucu burada gizlidir.”




24 Ağustos 2013 Cumartesi

Babaya MEktup


ZEUS’UN KIZI ; MEKTUP



 Her zaman haklı olduğunu düşündüğün bir taraf mutlaka olurdu. Hiç yanılmadığını görmeyi istemek nasıl bir duyguydu acaba. Bana tarif edebilir misin ? Unutarak yaşamak her sabah geceyi silmek ve yeniden yeniden o an istediğin gibi yazmak. Ve karşıdan aynısını beklemek nasıl bir duygu ? Aynı rotayı izlemek için gösterdiğin çabayı azımsamıyor değilim. Beş kişiyi de aynı rotaya sokmaya zorlamak , rota sapmalarında onları yalnız bırakmak vicdani olarak sıfırlamayı da gerektirir diye düşünüyorum. Ve dahası bunu bir zaman diliminde yapmak değil bir daha yaşanmayacak bir ömre doldurmak. Bu affedilebilir bir suç mudur ? Aslında buna tek başına karar vermek biraz yanlı olabilir ?

 Yaşarken arka bahçeye gömülen hisler öldükten sonra ne işe yarar ki. Bir tür yanılsama istiyorsun bir tür yadsıma senin ki asla içine girmeye cesaret edemediğin bir baloncuk dışarıdan baktığın. Şarkısını duyduğunda su sesinin kaçtığın. Sevinci ve hüznü aynı bardakta kesiştirdiğin. Çok merak ediyorum seni buna zorlayan hisleri. Belki de asla direnemeyeceğin şeyler anlatsan anlayabileceğim, hak verebileceğim. Ne güzel olurdu en azından sebebini bildiğim bir şeye katlanmak. Ya da gömmek usulca derinlere. Kaybetmek korkusu varsa bende, sende de olması gerekmez mi acaba? Emin olmak kendinden bu kadar fütursuzca resmedercesine hakimiyetini .Bir filmi  kaç kere seyredersin ki sonunu bilemeden başa dönerse.

21.08.2013

15 Ağustos 2013 Perşembe

İksiyon

 Bulutlar, kendisine çarpan tekerleğin etkisiyle sürekli yer değiştirirler biliyor musunuz? İhanetin tekerleği.

  Oldum bittim bahar aylarında bulutları seyretmeyi severim. Onları benzetmediğim şey kalmaz .Hayal gücümü zorlamalarını severim. Önce bembeyaz pamuksu halleri, güneş batmaya başladıkça önce portakal rengi, sonra kül rengi en son da ateş kırmızısı olurlar ya . Ama, bu konuda, İstanbul’un eline hiçbir şehir, su dökemez. Orada bulutlar, hiç olmadığı kadar, hızlı şekil değiştirir. Bazen ise, benzetemeden bozulurlar. Gerçi orada, zaman bile, farklı akmıyor mu?

 Bulutlar, kendisine çarpan tekerleğin etkisiyle sürekli yer değiştirirler biliyor musunuz? İhanetin tekerleği.
 Ve kamera…..
 Bulutlardan, yeşillikler içinde göğe yükselen göz kamaştıran parlak kuleleri olan şatoya uzanır. Güzel prenses Dia, taş balkonda, gözlerinin mavisine bulaşan bulutları seyretmektedir. Kendisine aşık olan İksiyon, onu babasından, çok değerli hediyeler karşılığı istemektedir. Ancak, İksiyon, evlilikten sonra bu hediyeleri takdim edeceğini vaad eder. Bu vaadini, asla yerine getirmemek için, derin bir kuyu kazdırarak içine kor ateşler yakar. Dia’nın babasının, buraya düşmesini sağladıktan sonra, lanetlenen İksiyon’u, Zeus affeder. Çünkü, Dia’nın güzelliğinin, her kötülüğü yaptırabileceğini düşünür. Sonrasında,  Tanrılar sofrasına davet edilen İksiyon, orada Zeus’un karısı Hera’yı baştan çıkarmaya çalışınca, onun niyetini anlayan Zeus, onu önce ölümsüzlük cezasına çarptırır. Daha sonra ise, sonsuza dek yuvarlanacak bir taşa bağlayıp gökyüzüne fırlatır. Bunları yaparken, sürekli kırbaçlayarak “Yardım edenler saygıyı hak ederler” demesini ister. İhanet, cezasını bulmuştur. Her ihanetin cezasını bulması dileğiyle diyerek sormak istiyorum. Ya iyilik, karşılıksız mı efsanelerde bile ? Ya da başkalarını düşünerek yapılan bir işin, zararını, sadece kendileri ve yakınları çekenler, koca bir  topluluk içinde tek kurşunu olan bir silahın vurdukları. Siz sıcacık evinizde çocuklarınızla vakit geçirirken, dört duvar içinde sıkışıp kalanlar. Dünya sonsuz olmadığına göre kötülüğün de bir sonu olmalı. Umarım sonsuz değildir o da.

14.08.2013


Bayram mı o Ne Ki ?

Ev soğuktu. Annesi rahatsız olduğundan akşamdan sönmüş sobayı yakamamıştı. Bayat ekmeği en azından sobada ısıtıp üzerine yağ sürüyordu. Şimdi onu da yapamayacağından birden iştahı kaçmıştı. Ama hiç birşey moralini bozamayacaktı. Çünkü yarın babası gelecekti. Arefe Günü idi. Oturdu bayat ekmeği afiyetle yedi ve annesine de teklif etti. Annesinin gerçekten rengi solgun görünüyordu. O da üzülüyordu. Aylar sonra kocasına bu kadar çirkin görünmek istemiyordu. Ama karın altında bulaşık ve çamaşır yıkamak onu bu hallere koyuyordu. Öğleden sonra biraz ayağa kalkmaya çalıştı. Erkek çocuğu olmasına rağmen annesine çok yardımı dokunuyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Kar insanı acımasızca soğuktan titretiyor, sıcaktan buz gibi eridikleri günleri, ağustos böceklerinin yaşam çığlıklarını iple çeker olmuşlardı. Evlerinin camı, buz sarkıtlarının arasından görünen yola bakıyordu. Etraf öylesine karla dolmuştu ki ufukta  beyazdan başka renk yoktu.

 Kapılarının önündeki üçüncü basamak hep biri geçtikten beş altı saniye sonra çıtırdardı. Birinin geldiğini hep oradan anlarlardı. Hemen küçük camdan sarkıtların arasından bakar eğer sevmedikleri biri ise evde yokmuş numarası yaparlardı. Çünkü misafirlerinin çoğu doğudaki savaşın yersiz olduğunu, babalarının boşuna ölüme gittiğini, ekmek parasını başka yerlerden de kazanabileceğini söyler zaten canları burnunda yaşama sarılmaya çalışan dallarını bir bir koparırlardı. Onlar da bıkmıştı tabi ki anne, kocasız buz gibi yatağa yatmaktan, ufaklık ise babasıyla doya doya oynayamamaktan.

 Zor da olsa annesi kalkıp mutfağa girdi. Ama içinde hep bir burukluk vardı. Bunu hastalığına yoruyordu. Her zaman ki gibi işe koyulmadan ekmek kırıntıları fırlattı karın üstünde bekleşen kuşlara. Her biri saygıyla birbirinin ekmeğinin önünden geçerek kendi ekmeğini yedi. Güneş, kar bulutlarının arasından selam veriyor, çabucak kayboluyordu arsız bir çocuk gibi. Buz parçaları ile
arkadaş olmuştu bugün okula giderken batmıyorlardı, incecik, köselesi erimiş, ayakkabıdan. Üşümüyordu yüzü, minicik elleri bile kızarmamıştı soğuktan. Canının çektiği ne varsa getirecekti sanki babası gelirken. Bütün gün babasına okuma yazmayı nasıl öğrendiğini, annesine nasıl yardım ettiğini en önemlisi ise onu nasıl özlediğini anlatacaktı. O kadar çok şey vardı ki onları kafasında sıraya koyuyordu. Acaba hangisinden başlasa?

 Anne kocasının en sevdiği yemeği patlıcanlı pilavı ocaktan indirirken, yüreğinde öyle bir acı hissetti ki neredeyse elinden tencereyi düşürecekti. Normaldi halsiz düşmüştü günlerdir doğru dürüst yemek yememişti. Uzun, simsiyah saçlarını taradı. En son aynaya baktı. Yaşlanmıştı gencecik. Usulca uzandı kanepesine, yastığa kafasını koydu. Dalmıştı.

  Ertesi gün erkenden kalkıldı, yataklar düzeltildi. Kahvaltı hazırlandı. İnanılmaz bir kıpırtı vardı içlerinde. Her an buz sarkıtları ile dolu küçük tahta çerçeveden tanıdık biri görünebilirdi. Beyaz hiç bu kadar güzel görünmedi gözlerine. Hiç konuşmuyorlardı. Gözleri birbirlerine anlatıyordu zaten. Nereden ellerine geçti kim getirdi bilmiyorlar; kocaman kapaklı dergide deniz dedikleri kocaman masmavi bir tarla görüyordu. Tarlanın üzerinde kocaman tekneler nokta nokta beyaz, lacivert rengarenk. Onlarla beraber güneşi selamlıyor, o mavi arsanın kokusunu, tadını, ıslaklığını hissetmeye çalışıyordu. Aklında hep babasının kirli sakalı vardı uykusu geldiğinde kucağında oynadığı. Hatırladı o sabah göreve giderken kendisine söylediklerini;


-Oğlum bir millet kin ve öfke duyarsa içinde kendini sevmiyor ve saymıyor demektir. Öldürmek veya öldürülmek seçtiğin tarafla ilgili değil aslında, yaşadığın kadarla ilgilidir. Sen sen ol değer verdiğin şeyler için savaşırken dik dur her zaman.
İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler.” Alıntı


 O zamanlar ne demek istediğini tam kavrayamamış, bu işi babasının yapmak zorunda kalmasını anlayamamıştı. Ama yıllar ona, bu işi birilerinin yapması gerektiğini öğretmiş, kendisini babasız bırakma gafletini affedememiş, bu ne yaman çelişki ki  babası ile gurur duymayı sevmişti.


18 Temmuz 2013 Perşembe

İnsanın Üç Hali

Bu hafta, kafamdakileri ne kadar düşünsem de,  bir yazı formatına uyduramadım. Öyleyse dünyanın en güzel , en anlamlı yollarından biri ile anlatayım dedim, şiirle……..
İNSANIN ÜÇ HALİ
Kulağıma  dayadığım deniz kabukları,
Gökkuşağını görme telaşım,
Toprak kokusunun, insanı, mezara çekme korkusunu bile bastırıyor.
Etrafımda görünmeyen bir silüet ,
Takip ederken beni umurumda mı ki ölmek
Sevmek başkasının hayatını yaşamaksa
Kocaman bu karanlığın sonu,  aydınlık mı
Lavantaların, ortancalara yetişmeye çalıştığı
Aşık olamayan Leyla, ne derece barınır bu bahçende
Elinde tuttuğun makber Şairin mi*
Dile gelmiş ama uçamaz fırlatsan bile.
*(Abdülhak Hamit Tarhan’nın eşine yazdığı şiir)

SAATİN KAYGISI
Kavga ediyorlar,
Muhabbet ederek sevişiyorlar
Çocuk eğlendiriyorlar
Öpüşüyor, resim çektiriyorlar
Deniz, mevsime karışmış
Köpekler aylaklanıyor.
Boş zaman bu, nasıl geçtiği kimin umurunda ki




HAYAT
Hatırlayamadıkların hatırladıklarından daha iyiyse
Yeni seçimler daha mı doğru
Yaramaz bir oyuncak pil yiyen
Bitse de olur bitmese de

Sek sek de oynarız kiremitle ne olur ?

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Sivil İtaatsizlik ve Çiçek Devrimleri

 Bazen insanlar içinde bulundukları durumları sadece kendilerinin başına geldiğini düşünür. Halbuki biraz tarih ziyareti ve biraz da internet gezintisiyle bu durumların aslında,  defalarca yaşandığını gözlemleyebilirsiniz. Kısa kısa alıntılarla, üç boyutlu devrimler. Medya, ,iktidar ve halk.
 Karanfil Devrimi, adından da anlaşılacağı üzere, darbeyi yapan askerlerin, tanklarına ve silahlarının namlularına, karanfil takarak, özellikle şiddet kullanılmadan yapılan bir darbedir. Portekiz'de 25 Nisan 1974 günü, diktatörlük yerini, demokrasiye bırakmıştır. 24 Nisan 1974 tarihinde, Eurovision Şarkı Yarışmasında Portekiz'i temsil eden Paulo de Carvalho'nun E depoi do adeus isimli parçasının çalınmasıyla başlayan devrim, halkın sokağa çıkma yasağına rağmen, sokaklara dökülmesiyle devam etti. Lizbon Çiçek Pazar’ında bol bulunan karanfiller, devrime ismini vermiştir. Devamında Başbakan Brezilya'ya kaçtı.
 Yasemin Devrimi, Ülkede yaşanan siyasi kirlilik, işsizlik, yüksek gıda fiyatları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının getirdiği dayanılmazlıklar, Tunus’u kaynatmıştır. Bu protestolar ise, 23 yıldır ülkeyi yöneten Zeynel Abidin , 14 Ocak 2011'de ülkeden kaçmasıyla sonuçlanmıştır. Fitili, Kasım 2010'da, meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezununun, satış arabasına, polisin el koymasından sonra kendini ateşe vermesi ateşlemiştir. Ülkenin milli çiçeği, yasemin olduğundan, bu devrim de, böylelikle bu isimle özdeşleştirilmiştir. Aynı zamanda Twitter Devrimi ya da Wikileaks Devrimi’de denir.
 2011 Mısır Devrimi, Yasemin devriminin akabinde, aynı sebeplerden başlayan gösteriler, 11 Şubat 2011 tarihinde Mısır cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek istifasına neden oldu. Ülke dışından gelen desteklerle beraber, yaşanılan değişimlere internet ve sosyal medya üzerinden, tanıklık artınca, neredeyse, dünyanın gözü önünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple, sınırlandırılmaya çalışılan sosyal medya, cep telefonu  iletişiminde kesintiye kadar gitmiştir. Yıl 2013,bugün ise, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin, ülkenin ikinci bir devrime sahne olmayacağını vurgulaması ve muhalefetin erken seçim önerisini reddetmesiyle, sivil itaatsizlik tehdidi ile karşı karşıya.
 Bir örnek daha, İran’da, Haziran 2009’da Ahmedinejad’ın, Cumhurbaşkanı olmasını protesto eden protestolar, 2010’a kadar sürmüştür. Ancak Ahmedinejad,bu olayların bir komplo olduğunu, bu küçük oyunlarla asla istifa etmeyeceğini açıklamıştır. Protestocular şantaj ve tutuklamalarla susturulmaya çalışılmış, aksi halde polis gücü kullanılmıştır. Görevi Haziran 2013’te seçimle devretmiştir. Göreve gelen Hasan Ruhani’nin modern yaklaşım politikaları merakla bekleniyor.


02.07.2013

27 Haziran 2013 Perşembe

Ütopya

ütopya.png

Sizi, elinize bir kalem ve kağıt almaya davet ediyorum. Ama tamir edilecekler, eve alınacaklar, çocuğun okulu için ödenecek taksitler, ya da unutmamanız gereken önemli günler için değil. Ütopyanızı yazmanız için. Evet hala, aksini iddia eden hipotezler öne sürülse de, yaşadığınız sadece bir ömür var. Bu hayatta yapmayı,  en çok istediğiniz bir şeyi yazmanızı istiyorum. En üste büyük harflerle, bunu yazdıktan sonra,   altına da bu ütopyayı, gerçekleştirmek için,  yapmanız gereken şeyleri sırasıyla maddeleştirin. Devamına, sizin, bunlardan, hangilerini, yapabileceklerinizi, -öyle ya aranızda bu ütopyayı,  çok uçuk kaçık tercih etmiş  olanlar olacaktır eminim-seçin. Buraya kadar gelebildiyseniz, öncelikle sizi, tebrik ederim. Çünkü, halihazırda, şişeden çıkan cine bile, bir hayal söyleyemeyecek kadar, robotlaşmış hayatlar yaşayan, insanlar var, aramızda. Ya da,  o kadar çok hayalim var ki, deyip kararsızlıktan,  kalem elinizde,  bir sağa bir sola sallanmaya başladıysa, o zaman, bir başka kağıt alın. Önce, bu hayatı yaşamakla, kimlere faydanız olduğunu yazın. Bunların içinde siz var mısınız ? Bir çizgi çekin yaprağa,  boydan boya, bunun ömrünüz olduğunu hayal edin. Ve yaşınızın olduğu yere, bir çizik atın. Geçmişten satın alamayacağınıza, geriye de dönemeyeceğinize göre, geleceğe sığacak kadar,  elle tutulur yapılacak emeklilikten başka! ne kaldı elinizde. İşte geri kalan, o son gün ile yaşınızın olduğu yere kadar çizdiğiniz çizik ile arasındaki mesafe, gördüğünüz kadar kısa aslında. Şayet onun içini geçmişe bakmadan, yaratılacak bir hayatı yaşamayarak doldurmayı arzu ediyorsanız, bir an evvel hayatı başkalarının istediği gibi değil, kendi istediğiniz gibi tasarlamayı deneyin.
Nasrettin Hoca ‘nın dediği gibi;
Bir gün Hoca’nın evine hırsız girer. Hoca. eve gelen komşuların; keşke anahtarını değiştirseydin, keşke kıymetli eşyalarını da yanına alsaydın….. gibi eleştirilerini  dinledikten sonra,  yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok der.
Sorgulamak adına, yapabileceğiniz her şey, aslında, ütopyanızı gerçekleştirebilmeniz için, bir basamaktır. Yaşamak, öylesine geçiştirilemeyecek kadar, ince bir sanattır.
Düş gördüğün sürece kurtulmanın bir yolu bulunur. Paul AUSTER

19 Haziran 2013 Çarşamba

Komünist Manifesto mu, Öfke mi, Narsizm mi ?

Öfke, kalp atışında hızlanmaya, adrenalin düzeyinin yükselmesine, beyne giden oksijen oranının artmasına neden olur. İşte tam da bu sebeple, öfkeyi yönlendirebilenler için, bu işyerinde olumluluğa ve başarıya, özel hayatında ise sürekli mutluluğa neden olabilir. Peki ya aksi haller,  işte bu haller filozofların üstünde durduğu öfke kontrolü ve sebeplerini popüler bir konuma getirmiştir. Artık çoğu kurumsal işyerinde, öfkeyi stratejik olarak kontrol edebilen yöneticiler gözdedir. Kalifornia Üniversite’sinden Berkeley’in dediği gibi “Öfke duymak, hedeflerimize ulaşmamızı kolaylaştırır”
 Öfkeyi, kışkırtma sonucu insanların verdiği tepkiler olarak değerlendirdiğimizde ,  herkesin farklı tepkiler ile öfkesini göstermesi beklenecektir. Önemli olan neden, ne zaman öfkelendiğinizi, tam olarak tespit edebilmenizdir. Bu araştırmalar için İngiltere’de Öfke Birliği adı altında bir kurum oluşturulmuştur. “Tespitlere göre insanların öfkeleri doğrultusunda  birleştirici oldukları ve toplu eyleme geçtikleri görülmüştür. Mahatma Gandi, Nelson Mandela, ve Malcoml X öfkeyi can yakmak için değil, acıyı gidermek için kullandıklarından dolayı liderdiler. Tausch(Journal of Personality and Social Psycology)’ye göre”Protesto eylemlerinde görüldüğü gibi öfkenin ifadesi, sisteme karşı yöneltilmiş bir tehdit olarak değil, sağlıklı bir demokrasinin işareti olarak değerlendirilmelidir”. Alıntılar New Scientist 09 şubat 2013
 Narsizm  içinde bulunan insanın ise, öfkesini kontrol altında tutabilmesi imkansızdır. Aşırı düzeyde bir kibir, gerçeklikten uzak bir düş gücü ve başkalarını yoğun biçimde kıskanma olarak tanımlayabileceğimiz bu kişilik bozukluğu, öfke kontrolünü imkansız hale getirebilir.

 Yaşadığımız olaylar göz önüne alındığında, öfke kontrolünün ne kadar önemli olduğunu, tarih, bir kez daha ortaya sermiştir.  Uçurumdan yuvarlanmış bir kar topu misali, gittikçe büyüyen küçük kartopları düştükleri yerlere zarar verecek boyutlara gelmek üzere, giderek büyüyorlar. Aldıkları enerji  sınırsız bir öfkeden geliyor. Ancak görüldüğü üzere birleştirici ve çözümleyici bir odaktan gitgide uzaklaşılmaktadır. Uzaklaşan kıyıların tekrar bir araya gelebilmesi, yeni akıntılara ve rüzgarlara bağlıdır. 

13 Haziran 2013 Perşembe

Hayat Pazar Yeri

“Başkalarında rahatsız olduğumuz herşey, kendimizi anlamamızı sağlar.”Carl Jung
 Yolun ortasında duruyordum. Zaten pazar yeri olduğu için, oraya arabasını sürecek kadar, cesaret sahibi şoförler geliyordu bir tek. Sadece çocuklar beni fark ediyordu. Meraklı bakışları altında, onlara gülümseyerek baktığımda, önce yanı başlarındaki ebebeynlerine bakıp, daha sonra bana verdikleri kaçamak gülümsemeler ya da somurtmalar görülmeye değerdi.  Sadece miniklerin gördüğü bir hayalet gibiydim. Herkes o kadar meşguldü ki kendi işiyle. Zararına satılan karpuzlar adet üç TL , kokusu burunları çağıran mısır koçanları, hele salkımıyla, kokusu çileğe karışan domates, seni, ekmeği peyniri kapıp orada oturmaya davet ediyordu. Biraz ötede, uzun, beyaz saçlı, harley motorlu, yetmişlik genç, motorun yanındaki, şık, deri çantalara sığdırmaya çalıştığı sebzeleri ile karizmayı ne kadar zedelediğinin farkında veya umurunda değildi. Orada herkes, aynı ayara gelmişti, kim olursa olsun.
 Çığlığa kafamı kaldırdığımda, bebek arabasındaki, haylaz çocuğun, büyük bir ihtimalle, ev hanımı olduğu belli, -hafif şişman, saç baş dağınık, üstü başı acele giyinmiş kadın-, çocukların diğerinin elinden tutarken, arabadakini susturmak için iki tane kiraz attı önüne. Önce kirazları şöyle bir tarttı çocuk, ağzına atarak denemeyi tercih ettiğinde ise, mecburen susmuştu.
Gıcırtılı bir geçiş, etrafa bakınmadan,  sadece yola bakan, küçücük bir adam, kocaman engelli, otomatik arabanın içinde, diğerleri ile aynı, hayat pazarında.  Ama farklı engellerle, öyle ki diğerinin doğuştan var olan artıları ve kendilerinin bile farkına varmadıkları “hayat  avanslarına” sahip olmadan yaşayarak.  
 Sıcak tatlı kokusu, zaten acıkmış olan karnımı iyice burdu. Genç bir kadın, tesadüfen,  üzerine yönelttiğim bakışları, saçlarını sallayarak geçiştirdi, sıkıca tutarak yanındaki genç erkeğinin elinden. Renkli tezgahlardan alışveriş yapan bunca insan, eve gittiğinde, taze soğan kokularını da evlerine taşıyacaklar. Sorun kaçı aldıklarını, ağız tadı içinde, kaçı yemeği yarım bırakarak yiyecek.
 Hayat, pazar yeri, paran kadar alabildiğin ve tadına bakabildiğin, önemli olan bu pazar yerindeki gibi kararın demokratik, seçimin alternatifler içinde olabilmesi, kim, bozuk bir çileği tezgaha koyup, yüksek fiyata almayanı dövmeye cesaret edebilir ki ya da malı tezgaha koymadan satmaya çalışan ya da tezgahtaki malı sadece istediğine satan birini pazarda ister ki.

12.06.2013

10 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim'deki Gökkuşağı

Bertrand Russell’in; ”Eğer her uygar ülkenin çoğunluğu isteseydi, 20 yılda insanları köleleştiren, alçaklaştıran sefaleti, hastalıkların yarısını ve insanlığın yüzde doksanını zincire vuran ekonomik bağımlılığı ortadan kaldırırdık. Dünyayı, güzellik ve neşe ile doldurur ve evrensel barışı sağlardık.”



Gökkuşağı çıktığında, iki yakanın birleşimi sağlanmıştı. İki ayrı kara parçası,  rengarenk bir kuşakla bağlanmıştı. Ama iki ayrı kıta parçasında yaşayan insanlar birbirinden bambaşka idi. Bugüne kadar, kimse öbürünün ne istediğine karışmadı. Ama ne zaman diğeri onun ne yapıp yapamayacağına karıştı o zaman herşey değişti.  Artık gökkuşağını kullanarak, o tarafa geçip, özgürlüklerin, kendi dairesi çevresine çıkması için uğraşanları, o çemberin içine sokmak gerekiyordu. Durun, önemli bir nokta, yolda gözlerinin içine gelen suları hesaba katmadılar. Halbuki onlar konuşmaya geliyorlardı. Niye korktunuz ki ? Yüzlerine korku maskesi takmadılar, ya da korkunç replikler yok. Gözlerinizden anlıyorum. Tamam, sizi kalabalık mı ürküttü? Niye söylemediniz teker teker gelirlerdi. Siz çocuk musunuz ? Ortada bir sorun varsa ağlayarak ve vurarak çözemezsiniz ki. Çocuklarımıza bunu öğretmiyor musunuz ? Gerçi başa çıkamadığın zaman vur diyenler de var artık. Ama onlar su püskürttükçe, diğerleri daha çok çoğaldı, o suyla büyüdü. Ve şimdi de hiçbir yere sığmıyor. Sonuç ne olursa olsun, en azından kendi çevresine çizdiği ve gittikçe onu küçültmek zorunda olan taraf, diğer tarafa artık yeter demesini de bilebildiğini gösterdi. Bu, umutsuz bir sürü insana, bir umut verdi. Kendi aralarında, yıllardır konuşan ve çözüm üretemeden, üretmeden,  şikayet edip umutsuzluk yatağında yatan onca insan için, doğan gökkuşağının bu sefer renkleri daha belirgindi. Öyle ki din, dil, düşünce farkı gözetmeksizin,  insanların nasıl aynı amaç için bir araya gelebildiğini,  imkansızı bekleyenlere gösterdiler. Kazanım konusuna gelince amaç, o ruhun tekrar kazanılmasıydı bence, kazanımların en değerlisi. İnsanların ayrı ayrı kalıplarından çıkıp vatandaş olması, bunu hissetmesi, yolunda gitmeyen şeyleri düzeltmek yerine,  ahkam kesmenin zaman kaybına ve geri dönülmez yaralara sebebiyet verebileceğini, gördüğünü gösterdi.


29 Mart 2013 Cuma

İyi Kötü Ve Çirkin


 Kalem ve ben, ne yazacağımızı, kafa kafaya vermiş düşünürken, kızımın günlüğünü karıştırmak geldi aklıma. Tabi ki, kendi günlüğü değil, benim onun hakkında, hamileliğimden beri tuttuğum günlüğü. Bir anekdot gözüme çarptı. Ben, sizinle, şu an üzerinde çalıştığım, bir film senaryosu haline getirilmiş, bu kısmını paylaşmak istiyorum.
 Sahne, televizyon ekranında, oynayan bir çizgi film ile başlıyor. Anne, baba ve çocuklar, çocuklardan biri mama sandalyesinde, hep beraber seyrediyorlar. O sıra, abla yemeğine ara vererek,
-ABLA; Anne, arada sırada kötüler kazansa heyecanlı olmaz mıydı?
-ANNE; Bilmem belki de !
-ABLA; Baba, kötüler kimlerdir ?
-BABA; Kötülük  yaptığı için önce kazanan, ama eninde sonunda kaybedenlerdir ?
Anne ve baba bakışırlar. Kendi söylediklerine bile, kendileri inanmadığını belli eder gibi, acı acı gülümseyerek.
ABLA(40 yaşında) ANLATIR : Onların, benim için, o an, ne düşündüklerini, şimdi anlayabiliyordum. Kötülerin, her zaman kazandığı bir dünyaya, beni getirmekle, zaten kendilerini suçlu hissediyor olabilirlerdi. Bunu anlayabilirdim. Ama gerçeği, daha ne kadar saklamayı düşünüyorlardı. Zaten, daha o zamanlar, okulda, onların anlatmaya korktukları, dünyanın küçük bir düzlemindeydik.
 Ekran bulanıklaşır ve bir sabun köpüğünün içinden, kamera okula kayar……….
Herkesin kötü kavramı kendine göredir. Kızımın kötü kimdir sorusuna gelen cevaplar ise şöyleydi; küçükken, annesiyle babasının yeterince kulağını çekmediği için, içindeki çocuksu bencilliği büyütüp geliştiren insanlar, kapitalist rejime ayak uydurmuş  kan emiciler, bizden çalmak ya da zorla almak isteyen herkes, yaşlılara, engellilere saygı göstermeyenler, çiçeklere zarar verenler, hayvanlara iyi davranmayanlar, onlara eziyet edenler, yalan söyleyerek, karşıdakilerini üzenler. Son bir görüşte ise kötülük; yerine, zamanına ve konusuna göre, işaret zamirleridir; ben-sen-o-biz-siz-onlar. Yalnız biri de olabilir, bileşkesi de…….
 Bence ise, kötü bir sıvıdır, hangi kaba koyarsan koy, şekil alan. Kötülük ise, o kaba verdiği zarar. O yüzden, her kötünün, hala tüm iyi niyetime dayanarak, kendi kabına zarar verdiğinden bahsediyorum. Asıl korkulacak olan, kabından taşan kötülüğün, aktığı yerde çimlenmesine izin verilmesi. Bunun için, verilen cezaların, yeteri kadar caydırıcı olması ve olumsuz hiçbir hareketi, özendirici bir tavır içine girilmemesi gerekir.  Hepimiz, çocuğumuzun içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için, oradan kaçması veya diretip kavga etmesi ya da pasif kalması seçeneklerini kafamızdan geçiririz.. Bu üçünden birini seçerken, mantığımızdan çok kalbimizle hareket ederiz. Peki, günümüzde,  otoparkta kalp krizi geçiren birinin, saatlerce oradan geçenlerin, meraklı bakışları içerisinde, yardım edecek birini beklemesini neye bağlıyorsunuz. ? Ya da İstanbul’un merkezinde, yankesicilerden kaçan bir kadının, Üsküdar’da taksiye binip, canını kurtarmak isterken, taksicinin, kadını, benim başımı belaya sokacaksın diyerek aşağıya atmak istemesine ,  ya da ambulansın açtığı yolu izleyerek, arkasından gitmeye çalışıp, yarım saatlik yolu, yirmi dakikaya düşürdüğü için sevinen birine  ?Tüm bunlar, doğuştan kötü ya da umursamaz  olamaz değil mi ? İşte bunların çoğu, o kaptan akan, kötülük virüsüne bulaştırılmış insanlar. Bu, gelecek filmlerindeki, makyajla oluşturulmuş görsel çirkinliğin, makyajsız içsel versiyonu. O filmleri seyrederken, kendinizi, o sahneler içinde hayal ettiğinizde, kurtuluşunuz, sinemanın karanlık salonundan çıkmak olabilir ya gerçek hayatta ?
'Bir millet uyuyorsa, onu kolaylıkla uyandırabilirsiniz. Fakat bir millet uyumuyor da uyuyor gibi yapıyorsa, onu asla uyandıramazsınız.' Indria Gandhi

22 Mart 2013 Cuma

Herhangi Bir Kumsal


Theme adlı parçayı, Yann Tiersen’den  dinleyerek yola çıktı. Yüzünü yıkayıp,  yataktan kalkar kalkmaz, eşofmanını giyip dışarı çıkması, onun kendisini, bir kuş gibi hissetmesine neden oluyordu. Uyanır uyanmaz uçan bir kuş. Uzun, biçilmemiş yeşil otların üzerinde, kaygısızca kanat çırparken, bir de denizin tuzuna bulaşayım derken, kanatlarını süzüp, dalgalardan ıslanmaya çalışan bir serçe. Devamı var,  ama olmayan bir masal, her gün yeniden yazıldığı için, tahmin edilemeyen, kalemin bile kıskandığı,  çiçeklerin imrendiği, kuzuların ve keçilerin iç çektiği, gökyüzünün ise gurur duyduğu, gökkuşağının sevdiği…………..
 Yolda işine yarayan ne bulursa, toplardı. Keskin bir dalganın hediyesi, bir palmiye parçası, meyvalık olabilir ya da saksılık, içilmiş cola ya da bira kutuları duvara yapıştıracağı küçük kelebeklerin ham maddesi, rengarenk hayal bile edemeyeceğiniz. Kocaman,  küçük,  minik, beyaz,  siyah,  gri deniz taşları, onları, tuzdan uzak tutma pahasına koparılmış bir parça denizden eve taşınmış, özgürlük taşınır mı ? Bir martı ölmüş, sahilde, kumlar onu örtmeye çalışmış, ama becerememiş sabaha kadar saklamayı ,  bir fotoğraf ondan sadece, artık asla ölmeyecek en azından ben ölünceye kadar, anısı.        
 Yeni inşa etmeye başladıkları, bu köhne, ama gelişmeye açık ! sahilde cafe veya  restaurant olacağını tahmin ettiği, derme çatma binanın, neyse ki ağaçtan kapısı şimdiden kilitle demirlenmiş. Sanki deniz manzarasına yasak koyarmış gibi. Belediyeye attığı nice maillerin laneti üzerinize olsun, bu kadar çok katlı binayı, bu sahile dikenlerin kabusları da bu kadar uzun olsun.
 Yaşamlarını koşmakla uzatacak nice sebep bulan insan, sahilde, kimi beton kulvarda kimisi kumlanma ihtimalini göz ardı edecek kadar cesur ya da hınzır dalgalardan ıslanmayı şimdiden kabul etmiş. Çakıl taşları, çoğu dalgaya kurban gitmiş. Kum, onları bir sonraki sezona saklamak için ısrarcı. İskele, balıkçı arkadaşlarına ilham verir gibi parlıyor, güneşin projektör gibi yaydığı süzme ışıklarda. Onları, hayal kırıklığına uğratmayacağına dair söz verir gibi verimkar. Balık dinler mi ki verilen sözü….
 Bir grup köpeğin, akşam ki çete savaşını umursamaz tavırları ile birbirlerini yalarken, aynı zamanda kumda tepişmeleri,  her şeye rağmen nefes almalarının verdiği hazdan başka ne olabilir ?
 Ayak sesleri, kumda, bu kadar belirgin olabilir mi ? Yoksa gözlerinin keskinliği mi onları bu kadar hareketli ve çabuk yapan. Yengecin ayaklarına taktığı teker mi yan yan gitmelerini sağlayan, sahtekar bir adamın köşeyi dönmesi gibi.
 Gülümseyerek dinlediği, Mon vieux Lucien/Editf Piaf kulağında çalarken,  iskeleden balıkları doyurmakla uğraşan kızının, sinirli balıkçıların, öfke dolu bakışları içerisinde, onlara hırsız martılarla beraber neredeyse dil çıkarıyorlardı. Sadece hafızasına kazımakla yetindi, resmedemedi. Sitenin önündeki, kocaman dijital termometre 20 dereceyi 200 derece gösteriyordu. Hava sıcaklığı değil, oradaki mutluluğun göstergesi olsa gerek diye düşündü. Evet ateşinizin yükseldiğini anladığınız gibi, mutsuz olduğunuzu anladığınızda da bir mutluluk ilacı almak gerekmez miydi ?



15 Mart 2013 Cuma

Olta, Balık ve Deniz






Havanın pusu ve nemliliği, balıkları da bunaltmış olmalı ki, ballı ekmeğe bayılırlar, ona bile gelmiyorlar. Sanki, hepsi sözleşmiş gibi, bir toplantıya filan gitmişler de orada, soğuk limonatalarını içip, ayak ayak üstüne atmış, birbirleri ile, denizin kirliliği hakkında, konuşup dertleşiyorlar. Ben bunları düşünürken, iskelenin, denizin tuzundan erimiş basamakları çatırdamaya başladı. Bu saatte alışıldık bir durum değildi. O kadar erken kalkardım ki,   o yüzden pek arkadaşlık eden olmazdı. Kıyametten sonra, sadece genç bir balıkçı, her gün huyu değişen bir deniz, canları istediklerinde yakalanmalarına izin veren balıklar.
 Gelen şık bey, özenle, olta takım çantasını, soluk yeşil, üzerindeki  banka reklamı çoktan silinmiş , arkalığı yarım kalmış bankın üzerinde açtı. Hemen oltayı monte etmeye başladı. Çok pahalı olduğunu tahmin ettiğim bu olta, güneşin buluttan projeksiyon gibi yaydığı ışınlarla karşılaşınca, pırıl pırıl parlıyordu, bir şövalye kılıcı gibi.
-Vay be dedim kendi kendime, len var mısın   oltaya tav olsun balıklar.
Güneş, puslu halinden kurtulmuş, artık nem iyice,  gizli bir düşman gibi tenimi işgal etmeye başlamıştı. Tuz, bileğimdeki taze kesiği acıtıyor, onu hatırlamama sebep oluyordu.  Bunca eziyeti çekmemin bir anlamı olmalıydı. Burada balık tutuyordum ya evde. Unutulmuşluğun, boş vermişliğin  verdiği acıyı ne unutturuyordu bana bileğimdeki kesikler mi ? Düzgün yolda giderken, aksı kaymış araba gibiydim.  Balık tutma dışında, hiçbir şeyi bunları düşünmeden yapmıyordum. Ama balıkları tutarken, ağızlarından demir çengeli çıkarırken, babamın ameliyatlarda gösterdiği özeni gösteriyor, acıtmamaya dikkat ediyordum.  Ve onları, asla çıkamayacakları , üstü kesilmiş su dolu, plastik bidonun içine atarken hiçbir şey düşünmüyordum, onların biten hayatları dışında. İçeri tıkıldıklarında, bir süre kurtulduklarını düşünürler, azalan oksijen ve değişmeyen görüntü onlara her beş saniyede bir yakalandıklarını hatırlatır.
 Sanki, dalganın sesi ile annemin o eşsiz sesi geldi kulağıma.
-Portakal suyunu sakın içmeyi unutma, derken, her sabah değiştirdiği kelime, sadece suyun öncesindeki meyvenin adıdır.  Anlaşılacağı üzere sabah kahvaltılarım eksiksizdir.
-Gözünü seveyim oğlum arabayı mutlaka emniyet kemeri ile kullan. Ceza ödemeyi bir yana bırak sana bir şey olacak diye korkuyorum… diyerek babam ehemmiyetli bir baba olduğunun bilincindedir.
Annem  ve babam sadece hastanenin değil, birbirlerinin de nöbetlerini tutarlar. Asla birinin evde olduğu bir zaman, diğeri evde yoktur. Bunu, yaşım gereği, o zaman birinin, benim yanımda kalması gerekir diye değerlendirirken, yaşım ilerledikçe aslında beraber olmalarının, olmamalarından, daha çekilmez olduğunu anlayabilecek kadar iyi tanıyordum onları. Asla, önümde tartışmazlardı. Bir kere bile, birbirlerine saygısızca davrandıklarını görmedim. Ama sevgiyle baktıklarını da. Hep, yakaladığım, balıklar gibi bakıyorlardı birbirlerine.
Oltam sallanmaya başladı. Güzel, beyaz kasketli, parlak oltalı bey, gözünü hafifçe kaydırmıştı, benim tarafa, kafasını çevirmeden. Oltada, gümüş rengi istavrit, sağa sola çevirirken bedenini, parlak olta, ışığı adamın gözlerinin içine sokuyordu.
-          Marifet oltada değil, balıkçıda diye.



Verilmiş Sözler

Hep başkalarının hikayesini okursunuz. Peki ya  bir gün, okuduğunuz hikayenin kendi hikayeniz olduğunu anlarsanız sonunu okur musunuz ? Ya da sonu tekrar yazmak için mi uğraşırsınız ?  İşte bu böyle bir hikaye.
 Uzun zamandır hayalini kurduğu, onunla yatıp kalktığı, ama görünmeyen ve dokunulmayan bir isteği vardı. Ne daha çok para, ne de daha güzel bir yemek takımı idi isteği.  Sana bağlı olmayan istekler, başkasının eline bakan isteklerdir. Onlar, hep daha beklenti dolu olmuştur. Hayatım boyunca, karşıma, sürekli, benden kaynaklı sorun çıkarmasını istedim tanrıdan. Çünkü, öteki türlüsünü, nasıl çözeceğimi, bir türlü kestiremiyordum.
 Şans eseri tanıştığı kocası, kendi halinde, yakışıklı, halim salim, bir askerdi.. İlk evlendiklerinde, sahanda yumurta yemeğe, Eminönü’ne gittiklerini anlatırdı, kadın ara sıra. Konuşa konuşa gidip dönerlermiş yuvalarına. İlk tanıştığı ve çıktığı insanmış ikisi için de ikisi. Gazeteye yazılan muhabbet mektupları, çok gelince, ilk defa, arkadaşının hatırı üzerine, böyle bir şey yapan kadının mektubu, hayatında kendine gelen mektuba, aşık olacağını aklına bile getirmeyen, bir adama  rast gelince, bu da senin olsun dendiğinde çizilmiş kaderleri. Ne  barda, ne okulda, ne de sinemada ya da parkta. Kaderin, birbirine uygun olacağını düşündüğü bu iki insan, soluğu nikah dairesinde almışlar. Yarım günlük geçirilecek bir zaman için, askeri okuldan atılma pahasına katlanılan otobüs yolculukları, sayfalarca saman kağıtlara yazılmış mektuplar ve sonradan renklendirilmiş bir vesikalığa bakarak, hayal edilen onca büyük dünya, kısa bir zaman sonra unutulmuş, ikisinin bile sığamayacağı bir hal almış.. Neden sorusu, kimse tarafından sorulmamış. O kadar çok şikayet dile gelmiş ki,  zaman içinde iki tane çocuğun, bu konuda ne düşünmesi gerektiği bile unutulmuş. Çocuklar şu sorudan nefret ederler sadece,  sen en çok kimi seviyorsun bakayım ? Babanı mı anneni mi ?
 Evlendikten hemen sonra, gidilen Kıbrıs Barış Harekatı, başlangıç noktası olmasa da sebebiyete yuva kurmuş. Bu arada, sorgusuz, sualsiz çocuklarını büyütmeye çalışan bir kuş misali, didinip durmuş ana kuş. Bir süre sonra, çocuklar kendi ihtiyaçlarını, kendi karşılamaya başlayınca, kadındaki huzursuzluk ayyuka çıkmış. Yetmiyormuş ama ne. Bunun adı hala koyulamamış. Para, sevgisizlik, ilgisizlik, hoşgörüsüzlük, saygısızlık, belki de tüm “sızlı” kelimeler. Bu “sız”ların üstüne kurulan çadır bir süre sonra kadından başka hiç kimseyi içine almaz olmuş, ne kadar içi büyüse de. Tüm bunların, bir başlangıç noktası olmalıydı. Öyle ya bitişi olan her şey gibi.
 Adam, kendisine bir şey sorulmasından pek hoşnut olmayan bir tavırla yaklaştığından, genelde çocuklar anne ile irtibat kurar. Ancak, para gereksinimi işlerinde baba bilgilendirilirdi. Ama buna babanın razı geldiğine şüphe yok. Çünkü iki çocuklu bir ailede, bu kadar az bir zaman, ailesel mevzuların beraber konuşulması baba tarafından şüphe ile karşılanmalıydı. Ama karşılanmadı. 
 Gel zaman, git zaman sabırsızlıklar, eleştiriler, uyumsuzluklar, geçimsizlikler o kadar doğal bir hal aldı ki, bir süre sonra bunun normal olduğu zannedildi. Sanki etraflarında, herkes bu şekilde hayatını sürdürmekte idi. Geçmiş kaynaklı sorunlar, geleceğe yansımış, parlak bir aynadan, gözlere girmeye başlamıştı. Bu, sessizlik yaratacağına kaçışı hızlandırdı.
 Vücutları bu ortama, onlar kadar alışmadığından kadın, bir süre sonra, kocası istese de bir yerlere götüremeyeceği bir hastalığa tutuldu. En azından, tekerlekli sandalye ile hastane ziyareti dışında. Uzun bir süredir, zaten sanal olarak, anneyi,  çocuklarına emanet etmiş adam için, aslında tek bir şey değişmişti sadece. Artık kendisine cevap verecek, tenkit edecek biri kalmamıştı. Seyrederek, bütün bunlara  katlanma eziyetine uzun süre dayanamadı zaten kadında. Baba yerinde kalmış uzun bir süre daha yaşamaya mahkum edilmişti, adeta acaba hala tekrar yazabilir mi diye sonunu.
 Çocuklarımıza, verilen sözlerin tutulmasını öğretiriz. Ya da asla tutamayacağı sözler vermemesini. Evlilik bir sözse, bu sözü hangi yetişkin tutmak için yeniden yazıyor hikayesini ?

7 Mart 2013 Perşembe

Kısacık Notlar Büyük Hikayeler

O gün, farklı bir heyecan yataktan erken kaldırmıştı onu. Bir sürpriz hazırlamıştı aylar önce,
malum çocuklar olduğundan beri, doğru dürüst yalnız kalmaları için, özel sebepler dışında hiç
fırsat olmuyordu.
 Sabahlığını sırtına taktığında, üşüme geldiğini hissetti. Hava serinlemişti. Onca sıcak, hatta
buharlaştırıcı havadan sonra, bu serinlik bir limon kolonyası rahatlatıcılığındaydı. Beğenerek
aldığı organik halı üzerinde dolaşırken, ayaklarında terliklerinin olmadığını,  yatağın altına
saklanmış olduğunu gördü. Eğilmek için dizlerini büktü. Küçük bir kağıt parçası ilişti gözüne,
pamuklanmış, tozlara bulanmış.”Yeter ki “yazıyordu notta. İlk bakışta, yazıyı tanımaya çalıştı. Ama tanıdık değildi. O sırada çalan kapının zili ile elindekini konsolun üzerine bıraktı ve kapıya gitti.
Günlük işleri başlamıştı. Sütü boşaltmak için, kocaman tenceresini almaya gittiğinde, ufak kızın
uyanması, her zaman ki gibi, zamanlamanın uygunsuzluğu,  Murpy’e yükleme şansını
yakalatmıştı. Sütün kaynaması beklenirken, ufaklığın meyve suyunun içine konulan karper peynir
çalkanırken, telefon çaldı. Hobi olarak yaptığı resimlerden birine alıcı çıkmıştı , onun
için arıyorlardı. Kısa bir görüşmeden sonra, kendinden memnun bir halde, ikisi de karnı doymuş
olarak bahçeye hava almaya çıktılar. Zaman, onu kullandıkça artıyordu adeta. Akşam için
kuaföre gitmek istemediğinden,  kendisi için özel bir şeyler yapmayı planlıyordu.  Aynanın
karşısında, uzun saçlarını elleri ile birkaç kez döndürerek şekil vermeye çalıştı. Ama tokasız
olmayacaktı.  
 Kocasının, akşamki planından haberi olmadığını anımsadı. Dudaklarını buruşturdu. Ama bu
sürpriz olacaktı. Öyleyse, nasıl onu habersiz bir sorun olmadan eve getirebilirdi. Öyle ya işi
çıkarsa. Tüm plan mahvolurdu. İşyerine, isimsiz bir çiçek göndermeye karar verdi. Çiçekçinin
telefonunu, defterde aranırken, bir yandan da nota ne yazması gerektiğini düşünürken, kızının
elinde, sabah konsolun üstüne bıraktığı notu gördü. Ve beyaz zambaklardan oluşan demetin
üzerine, kırmızı kalem ve el yazısı ile “Yeter ki” yazılmasını istedi, kısık bir sesle. Sanki karşı
tarafla gizli bir şeyler planlıyordu da kimsenin duymasını istemiyordu.

 Her zaman, şık giyinmeyi severdi. Evde bile olsa sanki gezmeye gider gibi hazırdı. Kendini,
aynaya baktığında iyi hissetmesi, yaratıcı olmasını sağlıyordu. Tüm yoğunluğuna rağmen,
bakımını kendi yapar, yine de aksatmazdı. Yemek yapmayı çok sevdiğinden,  sürekli değişik
tatlar denemek isterdi. Bazen sonuç hüsran oluyordu ama, eşi bugüne kadar, bu huyundan dolayı
hiç şikayet etmemişti. Sürekli, kendisinin deliliğe varan alışkanlıklarına uyum sağlamaya çalışsa
da, bazen kendisine zarar verdiğini düşündüğü zamanlar, hafif azarlamalar yapıyordu. Örneğin;
soğuğa rağmen, çıkıp yürüyüş yapıp, kronik faranjitini azdırdığında.
 Akşam olmak üzereydi. Telefonu eline aldı. Sekreterine, eşi ile görüşmek istediğini
söylediğinde kalbi pat pat atıyordu. İlk tanıştıklarında,  kız yurdunda, bütün gün onun
kendisini sevip sevmediği üzerine heyecanlı sohbetler ederken, arkadaşının aklına uyup geç bir
saatte, eşinin evini aradıklarında ankesörlü telefonla. Annesinin telefona çıkması ve eşini
istediklerinde, benim buyrun demesindeki şaşkınlığını anımsadı. Ne kadar uzun bir zaman
geçmişti. Ancak geriye dönüp baktığında farkedilen hain zaman, onlara iki güzel kız da
bağışlamıştı. O sırada, çiçeğin büroya gidip gitmediğini, teyit edip etmediğini anımsadı. Etmişti.
Güzel buket, notla beraber büyük bir ihtimalle, masasının üstünde duruyordu. Telefon
bağlandığında sakin sakin konuşmayı denedi. Akşama dışarıya çıkmaları gerektiğini, küçük kız
için alınacak eşyalar olduğunu, bunun için geç kalmamasını  söyledi. Eşi işyerinde açtığı zaman,
telefona asla canım diye başlamazdı. Efendim dedi her zamanki gibi.
-Bu akşam mı?
-Evet bu akşam
-Acil mi?
-Evet yarın okulda kullanacaklarmış. Öğretmen bize haber vermeyi unutmuş.
-Hay allah!
- Ne oldu ki ?
-Aslında bir saat öncesine kadar bir plan yoktu. Ama biraz önce yönetim kurulundan birilerinin
yakın bir yerlere geldiğini, son anda da bizim şirketi de ziyaret etmek istediğini söylediler. Ben
da akşam bir yemek organizasyonu planlamıştım.(Derken, yüzük taktığı eliyle de çiçekteki notu
tekrar okuyor ve gülümsüyordu.)
-……….
-Alo orda mısın ?
-Ha evet. Tabi canım. İş daha önemli başka zaman alırız.
-Hadi var mı gelirken alınacak birşeyler
-Hayır hayır her şeyimiz var !
-Görüşürüz o halde. Çok geç kalmam.
-Telefonlar kapandı.

-