28 Kasım 2012 Çarşamba

UZAK YAKIN ÖYKÜ

Savaş, kadınların ön saflarda karşı çıkması gereken bir şeydir. Bir şeydir. Çünkü sonucunda iki taraf da bir şey kazanmaz, ama her iki taraf ta bir şey kaybeder. Kadın, her savaşın verdiği onursuzluğu, aşağılayıcılığı, küçümsemeyi, hatta asker konumunda bile olsa,  yaşadığı cinsel tacizlerin yükünü taşır savaştan çok sonra bile. Evet bu sebeplerledir ki en önde karşı çıkanlarından olması gerekiyor savaşın. Bugünkü öykümüz yine hala ne sebeple çıkarıldığı bilinmeyen yakın savaşlardan birinde geçiyor. IRAK. Tarihteki tüm savaşlarda en büyük zararları gören hep çocuklar ve kadınlar olmuştur. Evet erkekler de öldü. Ama bazen ölmek, onursuzlukla ve aşağılanma ile yaşamaktan daha yeğdir. Birinci dünya savaşından, Hiroşima’ya kadar verilen kararların hepsinin erkekler tarafından verildiğini sayarsak, aslında savaşların ne denli büyük bir bencillik örneği olduğunu  daha net görebiliriz.
                                                                   ----------------
 Yıkık dökük bir harabeydi kaldıkları. Ayakta kalmak için direnen iki kadın olarak 7 çocuğun başında. Erkekler ya savaşta ölmüş ya da sokak çatışmalarının birine kurban gitmişti. Beş ve altı yaşındaki iki erkek onların tek koruyucusu olarak kalmıştı. Üzerlerine düşen görevi bilmeden altında eğildikleri o büyük sorumluluğun. Evin bir tarafı karagöz perdesi gibiydi. Serin havalarda yapıştırmaya çalıştıkları naylon branda yerinden kopup, her seferinde bir daha birleştirilemeyecek kadar yırtılıyordu. Aynı Amerikan askerlerinin Irak’a girmesinin, Irak’ta yaşama şartlarını daha da zorlaştırılması ve olmayan demokrasinin bile bir daha hiç kurulamamasının sağlanması gibi. Ama bütün bunlar kimin umurunda ki. Bayat ve küflenmiş ekmeğin bile yemek için bulunamadığı günlere gelmişlerdi. Artık herkes Kaddafi’li zamanları bile arar hale gelmişti. Durum o kadar vahim bir hal almıştı ki, sokaklarda ölüleri kaldırmaya bile kimse tenezzül etmemeye başladı. Kadın ve çocuklar yaşama mahkum edildikleri için burada, ölüm, yaşam en yalın halleriyle her gün gözlerinin önünde bir dizi film oynamaktaydı. Yaşanan onca dram insanların artık masallarına ve hikayelerine konu olacak zaman bulamadığından, cümlelere sığmıştı. Tıpkı Zerivan’nın ki gibi. Onun hayatı da diğerlerinin ki gibi 2003 yılı öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktaydı. Evlenmek üzere olan genç bir kızdı o zamanlar. Ne evlilik hayali, ne mutlu bir yuva gerçekleşebilir artık onun için görünen o ki. Sokağa akşam yenecek yemek için bir şeyler bulmak için çıktığında yaşadığı kabus,  gözü kapalı görülebilecek cinsten bir şey değildi. Bu sokaklar artık tükenmiş bir şeyleri tekrar yaşatmaya çalışan bir avuç insan için açardı kepenklerini. Ortada ne alışveriş yapacak kimse,  ne de bunun için harcanacak para vardı. Ama insanlar bir süre ellerindeki değerli şeyleri takas ederek,  sonu biraz daha uzatmaya çalışıyorlardı. Özellikle güzel kadınlar başka şeylerle ücret ödemek zorunda bırakılıyorlardı. Bu çoğu zaman zorla ya da gönül rızası ile yapılıyordu. Zerivan da bunlardan biri idi. O yeğenlerinin karınlarını doyurmak için Amerikalı bir askerle anlaşmış, yiyecek karşılığında ona istediğini vermeyi kabul etmişti. Buna zorsunmuyordu. Ama her seferinde niye daha farklı olmadığı için isyan ediyordu.   Yine o gün çok soğuktu. İçlerinden en küçüklerinin 2 yaşındaki Yeğin ‘in ateşi çıkmıştı. Aslında hastalanmaları kadar doğal hiç bir şey olamazdı. Onlar aşıları takip edilen, yediklerinin içindeki fosfor ve demir miktarına kadar hesap edilen, özel doktorlara götürülüp, bilgisayar oynayabilen çocuklardan değillerdi. Öyle ailelere sahip değillerdi. Onlar aileye bile sahip değillerdi. Onlar çoğu kez aç yattıkları için midelerinin sesini ninni yapan çocuklardı. Büyüklerinin cezasını çekerken, asla geri dönüşün olmadığı yollarda bırakılan zavallılardı. Neler kaybettiğini bilemeden, neden kaybettiğini bilemeden, yaşamak zorunda bırakılan. Ve en acımasızı, hayatta kalmaya uğraşarak, bunların hepsinin en canlı kanıtı olarak yaşaması gereken. O gün ateşi iyice yükselmişti bir şeyler yapmazlar ise ölümünün kaçınılmaz olduğunu anlamışlardı. Yengesi belli etmiyor ama Amerikalı’ yı bulursa onun yardım edeceğini umuyordu. Zaten Irak’ta insanlar artık konuşmadan gözlerindeki acıyla, konuşmayı öğrenmişlerdi. Onun bir dili vardı kendine özgü, sadece oranın insanının anlayabileceği. Bir saat için de gidip gelmişti Zerivan. Ama Amerikalı’yı bulamamıştı. Sadece o değil yollarda da hiçbir Amerikalı’yı görememişti. Bunun iyi bir şey olduğunu düşünmek istiyordu. Ama onların şehri terketmesi aç kalmaları demekti. Sokaklarda rahat dolaşabilmek için erkek kıyafetleri giyip saçlarını kısacık kestirmişti. Aslında bu onun için ölüme bir adım daha yakınlaşmak demekti. Ama onun tek isteği evde bekleyen onca çocuğa yemek götürebilmekti. Bir hayat düşünün ki ne koca dırdırı yapabiliyorsunuz ne kibir, ne akşama ne yemek pişireceğinizi dert ediyorsunuz, ne de ödevlerin yapılıp yapılmadığını. Tek derdinizin hayatta kalmaya çalışmak olduğu bir kadın hayatından söz ediyorum. Temizlik deseniz hak getire. Bazen es keza çamurlu akan sular,  her yanından su akan bakır leğenlere dolduruluyor. Bazen de oluklardan akan yağmur suları biriktirilerek, açık havada parça parça yıkanılmaya çalışılınıyor. Beğen al her yer tuvalet zaten. Yengesinin ve kendisinin gayretleri bazen düşündükçe, kendisinin bile midesini bulandırıyor. Herkesi tek bir hapla bulabilse o an öldürmek istiyor.
 Bir gün Amerikan uçaklarının birinden atılan gazetelerden o şaşalı evleri ve caddeleri gördüğünde, böyle yerlerde yaşayan insanların da iki ayaklı ve iki gözlü insanlar olduklarını hayal etmişti. Birbirinden bu kadar uzak iki yaşamın, aynı dünya üzerinde olduğuna inanmak kendisi için inanılmaz güçtü.
 Ufaklığın ateşi 39 olmuştu. İki saattir soğuk su ile alnına kompres yapıyorlar ama üç saat önceki düşme tepkilerini artık alamıyorlardı. Ateşten gözleri fal taşı gibi açılıp sonra ölü bir hayvanın ki gibi soluklaştı. Yengesi ağlamıyordu. Daha önce de üç çocuğunu kaybetmiş biri olarak bu işe alıştığını düşünebilirdiniz. Ancak o kadar metanetli bir kadının bile aslında incecik dallar ile hayata tutunduğunu ancak Irak gibi talihsiz bir ülkede görebilirsiniz.
 Gün döndü ve akşam oldu. Burada, akşamlar gündüzlerden çoğu zaman daha hareketlidir. Her daim kafanıza bomba yağacağını düşünmek, zar zor bulduğunuz yemeği bile bu tehlike altında yemeye çalışmak en korkuncu da, her an bu tehlike ile ya isabet ederse korkusu ile yatak dediğimiz o komik şiltelere köpek yavruları gibi yatıp ısınmaya çalışmak gerçekten bir trajedi. Karşıdaki bu zulmü yapan tarafın, insan olamayacağını düşünmeye başlarsınız. Bir insanın diğer bir insana bile bile bu zulmü yapması sana inanılması güç gelir.  O gece yiyecekleri son iki paket gofretten birini yiyeceklerdi. Öyle ya Amerikalı ortada olmadığına göre belki de geçen seferki alışveriş, son alışveriş olmuştu. Bir insan kendisini ve yakınlarını hayatta tutmak için neler yapabilir. Ona ruhu ne izin verirse. Bunu ayıplamak ya da yargılamak için önce kadın olmak gerekir ya da açlıktan çocuklarının gözlerinin önünde eridiğini görmek.
 Gece yarısı olmuştu. Şehir uykuya dalmıştı. Sinsi bir uyku, pusuda her an ayağa kalkabilecekmiş gibi, sırtında silah, yarı gözü açık uyuyordu. Sabahleyin geçen uçakların attığı kartlardan bugünün Yani Aralık ayının üçüncü haftası son Amerikan birliklerinin de ülkeden çekileceğini bunun  için bir tören düzenleneceğini yazıyordu. Savunma Bakanı , ödenen bedelin yüksekliğine rağmen, ABD işgalinin bağımsız, özgür ve egemen bir Irak Devletine hayat verdiğinden bahsetti. Irak cumhurbaşkanı Maliki törene katılmadı.
 Zerivan’nın uzaktan izleme cesaretini gösterdiği bu tören sırasında,  küçük bir orkestranın çaldığı müzik onu, bir zamanlar petrol den önceki Mezopatamya’ nın tütün, arpa, buğday, mısır, pirinç ekili tarlalarına götürdü. Kara altının ülkesine yaptıklarına lanet etti. O sırada bir zamanlar ülkesinin her tarafında görebildiği hurma ağaçlarından sağ kalabilen birinin üzerinde ufak Yeğin hiç ölmemiş gibi gülümsüyordu.