29 Ağustos 2013 Perşembe

Etki, Tepki, Alıntı




TANRILAR OKULU   //Stefano Elio D’Anna

“Benlik düzeyimiz yaşamımızı kendisine çeker.Ve her şey senden kaynaklanır.Gördüğün ve dokunduğun her şey senin varlığının,noksanlığının ve içindeki  boşluğun dışa yansıyan görüntüsüdür.Yaşamda boşluklar yoktur.Eğer sen,kendini yeni bir biçimde düşünmeye ve davranmaya zorlayarak bunları doldurmazsan,bunu senin adına tüm zalimliğiyle o yapacaktır.
                                                         
 En yüce zafer kişinin kendisini yenmesidir.Hiçbir dış olayın ya da koşulun kendi içinde yaralar açmasına ya da benliğini karalamasına izin vermemektir.

 İnsanlık,doğuştan kendinin olan haktan bir kez vazgeçince ve bütünlüğünü unutunca,sefaletine bir son verebilmek için,bir çare olarak ölümü icat etti.İnsan zor bir iş olan kendisini,kendi ve eksikliklerini yenmeye çalışmak yerine,ölmeyi yeğliyor.Oysa ölüm bir çözüm değildir.İnsan daima bıraktığı yerden başlar.

Dünya çiğnediğin bir sakız parçasıdır,dişlerinin biçimini alır.”

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ  /Milan Kundera

“Ruhunun tayfaları bedeninin güvertesine fırlayıp çıktılar bir anda.”

ÖLÜM BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ/Jose Saramago          

“Ümitlerin kaderi, biri yok olduğunda diğerinin ortaya çıkmasıdır,  işte bu yüzden bunca hayal kırıklığına rağmen silinip gitmemişlerdir.”

SEVGİYLE EĞİTMEK/ SHİNİCHİ SUZUKİ



“Bülbülün kaderini,hayatının ilk ayı belirler.İlk dinlediği öğretmen gibi şakır.

Bir kenevir tohumunu alıp,yetiştirin ve her gün bu bitkinin üzerinden atlayın.Kenevir çabuk büyüyen bir bitkidir.Onu her gün izleyen birisi için öyle gelmez.Ama her saat büyür.Kişi eğer büyüyen kenevir ile sürekli çalışırsa o zaman üzerinden zorlanmadan kolayca atlaması mümkündür.İnsanın ana dilini kolayca kullanmasının ipucu burada gizlidir.”




24 Ağustos 2013 Cumartesi

Babaya MEktup


ZEUS’UN KIZI ; MEKTUP



 Her zaman haklı olduğunu düşündüğün bir taraf mutlaka olurdu. Hiç yanılmadığını görmeyi istemek nasıl bir duyguydu acaba. Bana tarif edebilir misin ? Unutarak yaşamak her sabah geceyi silmek ve yeniden yeniden o an istediğin gibi yazmak. Ve karşıdan aynısını beklemek nasıl bir duygu ? Aynı rotayı izlemek için gösterdiğin çabayı azımsamıyor değilim. Beş kişiyi de aynı rotaya sokmaya zorlamak , rota sapmalarında onları yalnız bırakmak vicdani olarak sıfırlamayı da gerektirir diye düşünüyorum. Ve dahası bunu bir zaman diliminde yapmak değil bir daha yaşanmayacak bir ömre doldurmak. Bu affedilebilir bir suç mudur ? Aslında buna tek başına karar vermek biraz yanlı olabilir ?

 Yaşarken arka bahçeye gömülen hisler öldükten sonra ne işe yarar ki. Bir tür yanılsama istiyorsun bir tür yadsıma senin ki asla içine girmeye cesaret edemediğin bir baloncuk dışarıdan baktığın. Şarkısını duyduğunda su sesinin kaçtığın. Sevinci ve hüznü aynı bardakta kesiştirdiğin. Çok merak ediyorum seni buna zorlayan hisleri. Belki de asla direnemeyeceğin şeyler anlatsan anlayabileceğim, hak verebileceğim. Ne güzel olurdu en azından sebebini bildiğim bir şeye katlanmak. Ya da gömmek usulca derinlere. Kaybetmek korkusu varsa bende, sende de olması gerekmez mi acaba? Emin olmak kendinden bu kadar fütursuzca resmedercesine hakimiyetini .Bir filmi  kaç kere seyredersin ki sonunu bilemeden başa dönerse.

21.08.2013

15 Ağustos 2013 Perşembe

İksiyon

 Bulutlar, kendisine çarpan tekerleğin etkisiyle sürekli yer değiştirirler biliyor musunuz? İhanetin tekerleği.

  Oldum bittim bahar aylarında bulutları seyretmeyi severim. Onları benzetmediğim şey kalmaz .Hayal gücümü zorlamalarını severim. Önce bembeyaz pamuksu halleri, güneş batmaya başladıkça önce portakal rengi, sonra kül rengi en son da ateş kırmızısı olurlar ya . Ama, bu konuda, İstanbul’un eline hiçbir şehir, su dökemez. Orada bulutlar, hiç olmadığı kadar, hızlı şekil değiştirir. Bazen ise, benzetemeden bozulurlar. Gerçi orada, zaman bile, farklı akmıyor mu?

 Bulutlar, kendisine çarpan tekerleğin etkisiyle sürekli yer değiştirirler biliyor musunuz? İhanetin tekerleği.
 Ve kamera…..
 Bulutlardan, yeşillikler içinde göğe yükselen göz kamaştıran parlak kuleleri olan şatoya uzanır. Güzel prenses Dia, taş balkonda, gözlerinin mavisine bulaşan bulutları seyretmektedir. Kendisine aşık olan İksiyon, onu babasından, çok değerli hediyeler karşılığı istemektedir. Ancak, İksiyon, evlilikten sonra bu hediyeleri takdim edeceğini vaad eder. Bu vaadini, asla yerine getirmemek için, derin bir kuyu kazdırarak içine kor ateşler yakar. Dia’nın babasının, buraya düşmesini sağladıktan sonra, lanetlenen İksiyon’u, Zeus affeder. Çünkü, Dia’nın güzelliğinin, her kötülüğü yaptırabileceğini düşünür. Sonrasında,  Tanrılar sofrasına davet edilen İksiyon, orada Zeus’un karısı Hera’yı baştan çıkarmaya çalışınca, onun niyetini anlayan Zeus, onu önce ölümsüzlük cezasına çarptırır. Daha sonra ise, sonsuza dek yuvarlanacak bir taşa bağlayıp gökyüzüne fırlatır. Bunları yaparken, sürekli kırbaçlayarak “Yardım edenler saygıyı hak ederler” demesini ister. İhanet, cezasını bulmuştur. Her ihanetin cezasını bulması dileğiyle diyerek sormak istiyorum. Ya iyilik, karşılıksız mı efsanelerde bile ? Ya da başkalarını düşünerek yapılan bir işin, zararını, sadece kendileri ve yakınları çekenler, koca bir  topluluk içinde tek kurşunu olan bir silahın vurdukları. Siz sıcacık evinizde çocuklarınızla vakit geçirirken, dört duvar içinde sıkışıp kalanlar. Dünya sonsuz olmadığına göre kötülüğün de bir sonu olmalı. Umarım sonsuz değildir o da.

14.08.2013


Bayram mı o Ne Ki ?

Ev soğuktu. Annesi rahatsız olduğundan akşamdan sönmüş sobayı yakamamıştı. Bayat ekmeği en azından sobada ısıtıp üzerine yağ sürüyordu. Şimdi onu da yapamayacağından birden iştahı kaçmıştı. Ama hiç birşey moralini bozamayacaktı. Çünkü yarın babası gelecekti. Arefe Günü idi. Oturdu bayat ekmeği afiyetle yedi ve annesine de teklif etti. Annesinin gerçekten rengi solgun görünüyordu. O da üzülüyordu. Aylar sonra kocasına bu kadar çirkin görünmek istemiyordu. Ama karın altında bulaşık ve çamaşır yıkamak onu bu hallere koyuyordu. Öğleden sonra biraz ayağa kalkmaya çalıştı. Erkek çocuğu olmasına rağmen annesine çok yardımı dokunuyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Kar insanı acımasızca soğuktan titretiyor, sıcaktan buz gibi eridikleri günleri, ağustos böceklerinin yaşam çığlıklarını iple çeker olmuşlardı. Evlerinin camı, buz sarkıtlarının arasından görünen yola bakıyordu. Etraf öylesine karla dolmuştu ki ufukta  beyazdan başka renk yoktu.

 Kapılarının önündeki üçüncü basamak hep biri geçtikten beş altı saniye sonra çıtırdardı. Birinin geldiğini hep oradan anlarlardı. Hemen küçük camdan sarkıtların arasından bakar eğer sevmedikleri biri ise evde yokmuş numarası yaparlardı. Çünkü misafirlerinin çoğu doğudaki savaşın yersiz olduğunu, babalarının boşuna ölüme gittiğini, ekmek parasını başka yerlerden de kazanabileceğini söyler zaten canları burnunda yaşama sarılmaya çalışan dallarını bir bir koparırlardı. Onlar da bıkmıştı tabi ki anne, kocasız buz gibi yatağa yatmaktan, ufaklık ise babasıyla doya doya oynayamamaktan.

 Zor da olsa annesi kalkıp mutfağa girdi. Ama içinde hep bir burukluk vardı. Bunu hastalığına yoruyordu. Her zaman ki gibi işe koyulmadan ekmek kırıntıları fırlattı karın üstünde bekleşen kuşlara. Her biri saygıyla birbirinin ekmeğinin önünden geçerek kendi ekmeğini yedi. Güneş, kar bulutlarının arasından selam veriyor, çabucak kayboluyordu arsız bir çocuk gibi. Buz parçaları ile
arkadaş olmuştu bugün okula giderken batmıyorlardı, incecik, köselesi erimiş, ayakkabıdan. Üşümüyordu yüzü, minicik elleri bile kızarmamıştı soğuktan. Canının çektiği ne varsa getirecekti sanki babası gelirken. Bütün gün babasına okuma yazmayı nasıl öğrendiğini, annesine nasıl yardım ettiğini en önemlisi ise onu nasıl özlediğini anlatacaktı. O kadar çok şey vardı ki onları kafasında sıraya koyuyordu. Acaba hangisinden başlasa?

 Anne kocasının en sevdiği yemeği patlıcanlı pilavı ocaktan indirirken, yüreğinde öyle bir acı hissetti ki neredeyse elinden tencereyi düşürecekti. Normaldi halsiz düşmüştü günlerdir doğru dürüst yemek yememişti. Uzun, simsiyah saçlarını taradı. En son aynaya baktı. Yaşlanmıştı gencecik. Usulca uzandı kanepesine, yastığa kafasını koydu. Dalmıştı.

  Ertesi gün erkenden kalkıldı, yataklar düzeltildi. Kahvaltı hazırlandı. İnanılmaz bir kıpırtı vardı içlerinde. Her an buz sarkıtları ile dolu küçük tahta çerçeveden tanıdık biri görünebilirdi. Beyaz hiç bu kadar güzel görünmedi gözlerine. Hiç konuşmuyorlardı. Gözleri birbirlerine anlatıyordu zaten. Nereden ellerine geçti kim getirdi bilmiyorlar; kocaman kapaklı dergide deniz dedikleri kocaman masmavi bir tarla görüyordu. Tarlanın üzerinde kocaman tekneler nokta nokta beyaz, lacivert rengarenk. Onlarla beraber güneşi selamlıyor, o mavi arsanın kokusunu, tadını, ıslaklığını hissetmeye çalışıyordu. Aklında hep babasının kirli sakalı vardı uykusu geldiğinde kucağında oynadığı. Hatırladı o sabah göreve giderken kendisine söylediklerini;


-Oğlum bir millet kin ve öfke duyarsa içinde kendini sevmiyor ve saymıyor demektir. Öldürmek veya öldürülmek seçtiğin tarafla ilgili değil aslında, yaşadığın kadarla ilgilidir. Sen sen ol değer verdiğin şeyler için savaşırken dik dur her zaman.
İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler.” Alıntı


 O zamanlar ne demek istediğini tam kavrayamamış, bu işi babasının yapmak zorunda kalmasını anlayamamıştı. Ama yıllar ona, bu işi birilerinin yapması gerektiğini öğretmiş, kendisini babasız bırakma gafletini affedememiş, bu ne yaman çelişki ki  babası ile gurur duymayı sevmişti.